Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Tiyatroya Damga Vurmuş Tiradlar
Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu
HAMLET - Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine kaşı
Dur, yeter! demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir uzun yaşamayı cehennem eden.
Kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altından inleyip terlemek,
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak, güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.
Oyunu Adı: 4. Murat
Yazan: Turan Oflazoğlu
SULTAN MURAT - Kur'andır bu!
Her karanlığı aydınlatandır bu!
Bütün sözlere, bütün eylemlere hakandır bu!
(Kalabalığın üstüne yürür.)
Kur'andır bu!
Yerin göğün sırrını kesin buyruklarla açıklayandır bu!
Tekmil peygamberleri doğrulayandır bu!
Kur'andır bu!
(Yavaş yavaş tahtına doğru çekilerek)
O doğmayan ve doğurmayanın ağzından,
doğrudan doğruya onun ağzından konuşandır bu.
O ki yerde insanların yürek vuruşunu ayarlıyandır,
gökte yıldızların dönüşünü sağlıyandır.
Onun ağzından konuşandır bu!
(Oturur.)
Kur'andır bu!
(Bekler. Kalabalık büyülenmiştir. Murat, Kur'andan bir yer açar, sessiz okur, sonra.)
Sultanlar sultanı Hud suresinde buyuruyor ki:
"Büyüğünüz sizden nasıl davranmanızı isterse,
öyle davranacaksınız kullarım!"
Sorarım size: Bu kitabın yanıldığını
ileri sürecek müslüman var mı içinizde?
Sultanlar sultanı Et-tevbe suresinde buyuruyor ki:
"Ey inananlar, Tanrıdan korkun
ve sadık kişilerle beraber olun!" "İnananlar" deniyor...
Tanrıya inanmayan müslüman var mı içinizde?
Derim ki kullarım,
kıyamet göğü gergin bir davul kesilip
gümbür gümbür ötmeden,
yeryüzünü karanlık yankılar
kanlı çığlıklarla tir tir titretmeden
derim ki,
gecenin sarp doruklarından öfke yangınları kopmadan,
yamaçlardan inen som ateşten süvariler
tüm kentleri köyleri kasıp kavurmadan,
derim ki,
kara elmas tolgalı başbuğ, o yağız Yokluk Sultan,
suçlu suçsuz bütün canlıları
şimşek bakışlarıyla eritmeden,
güzel çirkin tekmil bedenleri kül etmeden.
kullarım, derim ki
kendinize gelin
iş işten geçmeden!
Oyunun Adı: Sabahattin Ali
Yazan: Tuncer Cücenoğlu
SABAHATTİN ALİ - (Sanki bir gazeteciyle söyleşir gibi) Evlendiklerinde babam otuz, annem ondört yaşındaymış.. Yani babam annemden onaltı yaş daha büyükmüş.. Ailenin ilk erkek çocuğu olarak Eğriderede doğmuşum.. Çocuklara verilen adlar genellikle babaların siyasal eğilimlerini belirleyecek ipuçlarını da taşır içlerinde... Adımı neden Sabahattin koymuş babam, biliyor musunuz? Çünkü babam Prens Sabahattinin düşüncelerine değer veren bir adamdı... Onunla tanışmak onuruna sahip olduğunu söylerdi hep... Diğer erkek kardeşimin adı da Fikrettir... O da babamın hayranlık duyduğu şair Tevfik Fikretten almıştır adını.. Yani babam edebiyatı seven, özgür düşünceli bir subaydı.. Jön Türkleri tutardı..
O günün deyimiyle Hürriyetçiydi.. Tevfik Fikretin şiirlerini, özellikle Sisi ezbere bilir, her yerde okurdu.. (Babası gibi )
Sarmış yine ufuklarını bir inatçı duman,
Bir ak karanlıktır gittikçe artan.
Baskısı altında silinmiş gibi cisimler,
Bir tozlu yoğunluktan oluşmuş gibi resimler,
Bir tozlu ve ürkünç yoğunluk ki bakışlar
Dikkatle giremez derinliğine, korkar!
Sana layık bu derin, karanlık örtü,
Layık bu örtünme sana, ey zulümler mülkü!..
Ey zulümler alanı, evet ey parlak sahne.
...
Ey sonu gelmeyen kuyruklu yalan,
Ey mahkemelerden durmadan sürülen hak;
Ey kuruntu ve kuşkuyla duygusunu yitiren,
Vicdanlara kadar uzanan meraklı kulak;
Ey dinlenme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar...
Erdem ve utancın unutulmuş yüzü...
Korku yüküyle iki büklüm gezmeye alışmış koca ünlü toplum...
Ey önüne eğilmiş baş.. Alnı pak ama iğrenç.
Ey kimsesiz başıboş çocuklar...
İkiyüzlü gülüşler...
Örtün evet ey facia... Örtün evet ey kent;
Örtün ve sonsuza dek uyu, ey dünya orospusu...
Serveti Fünun, Şahbal ve İçtihat gibi dergileri okurdu babam... İlkokula gitmeden bir yıl önce bana okuma yazmayı öğrettiğinden beri, o dergilerin hemen bütün sayılarını biriktirdiğini görmüşümdür kitaplığında... Müzikle de ilgilenirdi... Mandolin ve flüt çalardı. Çok yönlü bir adamdı anlayacağınız... Annem Hüsniye güzel ve gösterişli bir kadındı.. Giyimine düşkündü, süslenmeyi severdi.. Roman okurdu durmadan... Ama kavga ederdi babamla hep... Babama güler yüz göstermezdi hiç... Nedenini anlayamadığım bir saldırganlık içindeydi babama karşı.. Sürekli olay çıkartırdı evde... Küçük kardeşim Fikreti benden daha çok severdi... Şımartırdı onu... Yedi yaşıma basınca İstanbulda ilkokula başladım.. Ama ailem Çanakkaleye gidince öğrenimim orada sürdü... Çanakkalede boğazda bir ev kiralamıştı babam... Ancak Birinci Dünya Savaşı nedeniyle okul ansızın kapanıverdi.. Çünkü öğretmen kalmamıştı okulda.. Pek uzun sürmedi bu durum, öbür subayların da yardımıyla yeniden açıldı okul. Subaylar öğretmenlikleri paylaşmışlardı... Okuldaki Türkçe dersini de babam veriyordu. Babam her gece bir duble rakısını içer sonra yatağına yollanırken Ben yatmaya gidiyorum Sabahattin derdi kulağıma sessizce... Annenin gene heyheyleri üstünde... Gider yatardı... Annem ve Fikret de erken yatarlardı... Ben evimizin balkonuna çıkar saatlerce oturur, boğazdaki duran ya da çok az sayıda da olsa geçmekte olan gemileri izlerdim hep... Bir gece gene herkes uykuya çekildiğinde yatağımdan kalktım balkona çıktım.. İstanbula gidişi engellemek için ağızlarını boğaza bir yumruk gibi çeviren toplar gene öylece durmaktaydılar... Bir karaltı gibiydi toplar.. Bizim güvenliğimizi koruduklarını söylerdi babam ama gene de korkutucuydular... Ben ay ışığının altında beklemekte olan gemileri izlemeyi seçerdim daha çok.. Gene öyle yaptım.. O gemilerden birine bindiğimi ve çok uzaklara gittiğimi düşlüyordum... Ama nedense bu tek başıma gidişe gönlüm razı olmuyor, babamın da benimle gelmesi gerektiğini düşünerek zenginleştiriyordum düşlerimi... Ama annemi asla istemiyorum yanımızda! Çünkü babamla hep kavga ediyor .. Fikreti de istemiyorum. Fikret annemle kalsın... Çünkü annem Fikreti benden daha çok seviyor... Birden yanımda Fikreti gördüm... Herhalde onu da uyku tutmamıştı... Ben de durayım mı yanında dedi.. Peki dedim... Sessizce oturdu yanıma... Nefesini alıp verirken bile dikkatliydi... Düşlerimin bozulmasına kızdığımı bilirdi... Benimle birlikte o da izliyordu gemileri...
(Birden aydınlanmaya başlar her yer.. Arkasından kararır... Sonra ıslık sesi gibi sesler... Daha sonra silah ve bomba sesleri... Sanki yaşamaktadır anlattıklarını..)
Fikret hemen sarıldı elime... Nasıl da titriyor zavallıcık... Korkuyla açılmış gözleri... Anlamaya çalışıyor gibiydi olanları... Ben de ona sarılıyorum... Öylece kaldık... Eylemsiz, bekliyoruz... Gemilerin yanına yöresine bombalar düşmeye başladı... Denize düşen bombaların ardından, denizden beyaz minare gibi su sütunları yükseliyor gökyüzüne... Gemiler kaçmaya çalışıyor... Bir gemi isabet aldı!
(Birden bir uğultu kopar gökyüzünden..)
Uçaklar geliyor... Aman allahım babam nerde? Neden gelip de kurtarmıyor bizi?
İsabet alan gemiden insanlar atlıyor denize... Sahile yüzerek kurtarmaya çalışıyorlar kendilerini... Fikret iyice sarılmış bana... Yalnızca titriyor... Buna titreme denmez aslında... Zangır zangır sallanıyor... Önce babam, ardından annem geldi koşarak yanımıza... Annem Fikreti yakaladı elinden... Babam da beni... Kucaklarına aldılar bizi... Sokağa çıkıyoruz... İnsanlar kaçışıyor yaylı arabalara binerek... Kenti terk ediyorlar.. Bir yaylıya da biz biniyoruz... Annem gene babamı suçluyor: Battaniyeleri unuttun! Babam hiçbir şey söylemeden yeniden dönüyor eve... Biraz sonra elinde battaniyelerle geliyor..
Çılgın gibi kaçışan insanlarla birlikte kentten epeyce uzaklaşıyoruz... Artık sesler çok uzaklardan geliyor... Biraz sonra da duyulmaz oluyor sesler... Fikret: Ü....ü....üü...şü...yo...rum..diyor anneme... İşte o gece kekeme oldu Fikret...
Babam da birkaç ay sonra istifa etti... Çünkü kalp hastasıydı artık... Annemin histeri krizleri de iyice artmıştı... İçlerinde en sağlamı bendim... Babam bir gün:
Artık bu koşullarda bu kentte kalamayız..Bu bombardımanın durması mümkün değil...İzmire gidiyoruz.. dedi.
Oyunun Adı: Müfettiş
Yazan: Nikolay V. Gogol
Çevirenler: Melih Cevdet Anday - Erol Güney
OSIP - Allah belasını versin. Açlıktan geberiyorum. Midem bomboş... karnım gur gur ötüp duruyor. Ah bir eve dönsek! Ne yapsam bilmem ki! Piter'den* çıkalı iki ay oluyor. Çapkın, yolda elindekini, avucundakini yedi, bitirdi. Şimdi de süt dökmüş kedi gibi düşünüyor. Bol bol yol paramız vardı. Ama kendisini nasıl gösterecek? (Taklit ederek) "Hey! Osip, git, bir oda tut, en güzel odayı tut. En iyi tarafından yemek ısmarla. Ben, öyle olur olmaz yemekleri yemem. Bana yemeğin en iyisi gerek." Önemli bir adam olsa ne ise, küçük bir kayıt memuru! Önüne gelenle dost olur, sonra da başlar kumar oynamaya. İşte sonu böyle oluyor. Off... bıktım bu yaşamdan. Vallahi, köy daha rahattı. Orada kent yaşamı yoktur ama üzüntüsü de azdır... Bir kadın alırsın, ondan sonra ömrün boyunca keka, ye böreği, yat aşağı. Elbet doğrusunu söylemek gerekirse, Piter'de yaşamak çok güzel. Yalnız, iş parada... para olduktan sonra, günler daha ince, daha politikalı geçer. Tilaturalar, dans eden köpekler, hepsi önünde... ne istersen var. Herkes ince, nazik konuşur. Daha nazik konuşanlar var, ama onlar soylular. Bir pazara gidersin. Satıcılar bağırır: "Buyurun, bayım!" Diyelim salda giderken bir memurun yanında bile oturursun. Kibarlık görmek istiyorsan bir mağazaya git. Orada emeklinin biri sana askerlikten açar. Gökyüzündeki yıldızların neye yaradığını, ne olduklarını anlatır. Onları sanki avucunun içi gibi öğrenirsin. Bazen yaşlı bir subay karısı düşer... bazen de bir hizmetçi girer, ama bir içim su... öf... öf... öf! (Güler, başını sallar.) Hey canına yandığımın... ne muameledir o! Hiç kaba bir sözcük işitilmez. Herkes sana, siz der. Yürümekten mi bıktın, atla bir arabaya, bey gibi kurul. Parasını vermek istemiyorsan, onun da kolayı bulunur: Her evin iki kapısı vardır. Birinden girer, ötekinden çıkarsın. Şeytan bile bulamaz seni. Yalnız, bu yaşamın kötü bir yanı var: Kimi zaman karnını güzelce doyurursun, kimi zaman da, işte bugünkü gibi açlıktan geberirsin. Ama bütün suç onda. Halimiz duman, başımız dertte yahu! Babası para gönderiyor. İnsan biraz tutumlu olur, değil mi? Nerede... başlar hovardalığa. Arabadan aşağı inmez, her gün tilatura için bilet al, bir hafta sonra ne görürsün? Yeni frağını bitpazarına satmaya yolluyor! Gömleğine varıncaya kadar sattığı oldu. Üstünde bir ceketi, bir de kaputu kaldı. Vallahi böyle. Kumaşı da ne güzeldi ama! İngiliz. Bir frak 150 rubleye mal olur, ama bitpazarına götürdün mü, vere vere 20 ruble verirler. Hele pantolon, yok pahasına gider. Bu duruma düşmesinin nedeni de ne? Aklı havada, ondan! İşine gücüne gideceğine piyasaya çıkıyor, kumar oynuyor. Ah, beyefendi bunu bir öğrenirse, vallahi, memurmuş, falanmış dinlemez, pantolonunu indirir, basar sopayı, bizimki de dört gün rahat oturamaz. İnsan memursa, memurluğunu bilmeli. İşte, şimdi de, otelci: "Birikmiş borçlarınızı ödemezseniz, artık yemek vermem." dedi. Peki, parayı veremezsek ne olacak? (İç çeker.) Ah Yarabbi, bir kaşık çorba olsa. Vallahi bana öyle geliyor ki, şimdi bütün dünyayı yiyebilirim. Kapıyı vuruyorlar... O olmalı. (Yataktan fırlar.)
Oyunun Adı: Martı
Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy
NINA - Bastığım toprağı mı öpüyordunuz? Vurmanız, öldürmeniz gerekirdi beni! (Masaya doğru eğilir.) O kadar yorgunum ki... Biraz dinlensem! Dinlenebilsem... (Başını kaldırır) Bir martıyım ben... Yo, değil... Aktrisim... Öyle değil mi? (Arkadina ile Trigorin'in dışarıda gülüşünü duyar. Silkinir, kulak kesilir. Sol kapıya koşarak anahtar deliğine gözünü yaklaştırır.) O da burada demek... İyi... Tiyatroya inanmıyordu; hayallerimle alay ederdi hep. Ona bakarak ben de inancımı yitirdim; maneviyatım kırıldı... Aşk üzüntüleri, kıskançlık da bir yandan... Yavrum için korkuyordum hep... Miskinleştim, küçüldüm, oyunum manasızlaştı... Sahnede düzgün yürüyemiyordum; ellerimi ne yapacağımı bilemiyor, sesimi idare edemiyordum. İnsan kötü oynadığını hissedince ne acı duyar, bilemezsiniz! Martıyım ben.. Yo... Değil de... Şey, siz o sıralar bir martı vurmuştunuz, hatırlar mısınız? Yaa!.. Böyle işte... Gelmiş bir adam, durup dururken, laf olsun diye, yok etmiş kuşcağızı... Tam küçük hikaye konusu... Gene de söylemek istediğim bu değildi. (Alnını uğuşturur.) Ne diyordum?.. Evet, sahneden bahsediyordum. Şimdi öyle değilim artık: gerçek bir artist oldum. Şevkle, coşkunlukla oynuyorum. Kendimden geçiyorum sahnede... Oyunumu, herşeyimi gerçekten güzel, gerçekten değerli görüyorum artık. Buraya geleli beri her yanı dolaşıyorum. Hem yürüyor, hem düşünüyorum; ruhumun günden güne nasıl kuvvetlendiğini duyuyorum. Siz bir şey söyleyeyim mi Kostya, bizim işlerde, sahne olsun, yazı olsun, ün, yaldız, kurduğumuz hayaller değil, sabırlı olmak önemli; buna iyice inandım. Kaderine katlan, inancını yitirme... Şimdi acı duymuyorum artık, ödevimi düşündükçe hayattan korkmuyorum.
Oyunu Adı: Vanya Dayı
Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Ataol Behramoğlu
SONYA - Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! (Bir sessizlik) Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günlet, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... (Voynitski'nin önünde diz çöker ve başını onun avuçlarına koyar. Yorgun bir sesle tekrar eder.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna. (Dayısının gözyaşlarını mendiliyle kurular.) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun... (Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya Dayı, bekle... Dinleneceğiz.... (Kucaklar onu.) Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!
Oyunu Adı: Godot'yu Beklerken
Yazan: Samuel Beckett
Çeviren: Tuncay Birkan
VLADIMIR - Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım! (Bir an, şiddetle) Fırsat varken bir şeyler yapalım! Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor. Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar. Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz. Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin? (Estragon hiçbir şey söylemez) Kollarımızı kavuşturup yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize kötülük etmediğimiz doğru. Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner. Ama sorun bu değil. Sorun burada ne yaptığımız. Ve cevabı bildiğimiz için mutluyuz. Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin olan tek bir şey var. Godot'nun gelmesini bekliyoruz. Ya da gecenin çökmesini. (Bir an) Buluşacağımız yere saatinde geldik ve bu da sonu işte. Aziz değiliz ama bu da sonu işte. Aziz değiliz ama buluşacağımız yere saatinde geldik. Kaç insan böyle bir şeyle övünebilir.
Oyunu Adı: Kadıncıklar
Yazan: Tuncer Cücenoğlu
PARLAK - Şimdi, Abdullahcığım.. İlk filmimi çevirmekteyim.. Cüneyt ağbi başrolde.. Kız da Türkan Sultan.. Cüneyt ağbi gariban, bizim gibi.. Türkan Sultan varlıklı bir pezevengin kızı.. Cüneyt ağbi de yoksul bir pezevengin oğlu.. Aşk ferman dinler mi, bi görüşte vuruluyor Cüneyt ağbimize.. Buluşacaklar.. Türkan Sultan arabasıyla, yoksul delikanlı Cüneyt ağbimizin beklediği Sarıyer sırtlarına gelmektedir.. Cüneyt ağbi uzaktan arabayı tanıyor.. "Sultan, Sultaaaan" diye koşarken, aniden bir kamyon.. (Müzik sesi yapar) altına alıyor Cüneyt ağbiyi.. Kör oluyor kör.. Artık o, kör bir kemancıdır!.. Ona acıma, gözleri açılacak sonunda.. Bana acı asıl.. Dublör benim!.. Kamyon bana çarpıyor, Cüneyt ağbi yatıyor.. Sahneyi yeniden çekiyorlar, kamyon bana çarpıyor, Cüneyt yatıyor.. Beğenmiyorlar yeniden çekiyorlar, kamyon yine bana çarpıyor.. Cüneyt yatıyor!.. Türkan'ın sevgisi sahte değildir.. Babasının karşı koymalarına rağmen, Cüneyt'in çalıştığı, kör keman çalıp arabesk söylediği meyhaneye gelmektedir, her gece. Buraya dikkat.. Yeşilçam'da bir kahve vardır, siz görmediniz oraları.. O kahvede bizim figüran takımı bekler.. (Duygulanır..) Bir rol verilir umudu ile beklerler.. (Yeniden neşeli.) İşte o kahvede, günlerdir bir rol verilir umuduyla bekliyoruz.. Bir minibüse doldurdular hepimizi.. Yallah Sarıyer sırtlarındayız.. İşte o meyhanedeki içki içenleri oynayacağız.. Hani dedim ki, madem içki içenleri oynayacağız, filme uygun olarak sosyal gerçekçi olsun, baştan bir iki kadeh atalım.. Tam bizim sahne geldi ki hepimiz zom, aynen.. O Memduh olacak bağırdı!.. Recisör.. "Ben sizden meyhanede içer gibi yapacak adamlar istedim.. Bunlarla olmaz.." Ben de vallaha da billaha da sırf latife olsun diye, kolumla da destekleyerek "Yeşilçam'da ayık adam nah bulursun!." demiş bulundum. Birden, başta Memduh ağbi olmak üzere, setçisi, ışıkçısı, kameramanı ve hatta Cüneyt'in üstüme doğru geldiklerini gördüm.. Fatma abla var ya, o da çekimi seyrediyormuş, ayakkabıyı çıkarttığı gibi yallah üstüme!. Yer misin yemez misin? Hani, Cüneyt karateci ya, kolumu kırmaya çalışıyor, Fatma topuklusuyla başıma, hele o Türkan yok mu, bi de hanımefendi derler, hayalarıma hayalarıma ver ediyor tekmeyi.. Memduh ağbi desen, durmadan kafa atıyor!.. Tam bayılıyordum ki Memduh'un şunu söylediğini duydum: "Bu ipneyi!" Yani beni! "Bu delikanlıyı, en seri vasıtayla İstanbul il sınırları dışına çıkartın, bu yaştan sonra hapishanelere giremem!" Gözümü açtığımda burdaydım, Ankara'daydım.
.
Oyunun Adı: Bir Evlenme
Yazan: Nikolay V. Gogol
Çevirenler: Melih Cevdet Anday - Erol Güney
AGAFYA TIHONOVNA - Aman yarabbim... Karar vermek ne güç şeymiş... Bir kişi, iki kişi olsa ne ise... Ama dört kişi... Gel de birini seç. Nikanor İvanoviç biraz zayıf ama hiç de fena değil. İvan Kuzmiç de fena değil. Açık konuşmak gerekirse, İvan Pavloviç de biraz şişman ama, pekala gösterişli bir erkek. Söyleyin bana ne yapayım? Baltazar Baltazaroviç de değerli bir adam. Ah ne zor şey bu karar vermek... Anlatamam, anlatamam. Nikonor İvanoviç'in dudaklarını, İvan Kuzmiç'in burnunu alsak... Baltazar Baltazaroviç'in de halini tavrını... Bunun üzerine de İvan Pavloviç'in gösterişini katsak o zaman seçmek kolay olurdu. Oysa şimdi düşün, düşün... Vallahi başıma ağrılar girdi. Bence en iyisi ad çekmek. İşi kısmete bırakmalı. Kim çıkarsa kocam o olour. Adlarını birer kağıda yazarım. Sonra kağıtları kaparım. Kısmetim kimse belli olur. (Masaya yaklaşır. Kağıtla makas alır. Kağıtları keser, katlar, bunları yaparken de konuşur.) Ah şu kızlar ne talihsiz... Hele aşık olan kızlar... Erkekler bunu kabul etmezler, anlamak da istemezler. Ne ise, hepsi hazır. Bunları çantamın içine koyayım. Gözlerimi kapayıp çekeyim. Ne olursa olsun. (Kağıtları çantaya koyar. Eliyle karıştırır.) Ah, içime bir korku geldi. Allah vere de Nikonor İvanoviç çıksa; ama ne diye o olsun... İvan Kuzmiç daha iyi. Peki, İvan Kuzmiç de neden? Ötekilerin ne kusuru var? Hayır, istemem. Kim çıkarsa o olsun. (Eliyle kağıtları karıştırır ve çantadan yalnız birini değil, hepsini birden çıkarır.) A... hepsi birden çıktı. Kalbim çarpıyor... Olmaz, olmaz. Yalnız bir tane çekmek lazım. (Kağıtları gene çantasına koyar, karıştırır. Bu sırada Koçkarev girer. Yavaşça ilerleyerek arkasına gelir.) Ah Baltazar Balta... yok canım, Nikonor İvanoviç çıksa.. Hayır, hayır, istemiyorum. Kısmetim ne ise o çıksın.
Oyunu Adı: Cadı Kazanı
Yazan: Arthur Miller
Çevirenler: Sabahattin Eyuboğlu - Vedat Günyol
PROCTOR - Orospu, evet, orospu bu kız! Surata bakın! Bir çığlık da benim için atar şimdi! Cadı der bana da! Yattım, bayım, ben yattım bu kızla! İnsan durup dururken adını kirletmez. Bundan kuşkunuz olmaz herhalde. (Utançtan sesi kısılır gibidir) Hayvanlarımın yattığı ahırda, sekiz ay kadar önce... O günden sonra da olan oldu bana. Bu kız, benim evimde hizmetçiydi, bayım. (Ağlamamak için çenesini sıkar.) İnsan bazen Allahı uykuda sanır, uyumaz oysa, Allah her şeyi, her şeyi görür. Biliyorum artık bunu. Yalvarırım bayım, yalvarırım, bu kızı olduğu gibi görün artık. Karım, sevgili, iyi yürekli karım, olan bitenden biraz sonra bu kızı kapı dışarı etti, sokağa attı. İşte içerlediği bu yalnızca, yediremediği bu kendine! Onun için de, kalkmış şimdi... (Devam edemeyecek kadar perişandır.) Sayın başkan, beni bağışlayın, bağışlayın bu halimi! (Kendi kendine kızar, yüzünü Danforth'dan çevirir. Sonra içinde kalanı birden boşaltır gibi) Niyeti karımın mezarı üstünde benimle hora tepmek! Hani olmayacak şey de değil bu, düşkünlüğüm yok değildi bu kıza. Allah yardımcım olsun! Düşkünlüğümü belli ettim ona, umuda kapıldı bundan. Ama kahpece öç almak, onun bütün istediği bu. Görün, böyle olduğunu. Kendimi teslim ediyorum size, ne isterseniz yapın. Ama, görün her şeyi olduğu gibi. Görmezlik edemezsiniz artık. Kendi onuruma teneke çaldım uluorta! Kendimi kepaze ettim önünüzde! Bana inanmazlık edemezsiniz artık, Bay Danforth. Karım suçsuzdur, tek kusuru bir kahpenin kahpeliğini fark etmiş olmaktır.
Oyunu Adı: Macbeth
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu
MACBETH - Yapmakla olup bitseydi bu iş,
Hemen yapardım, olup biterdi.
Döktüğüm kanla akıp gitse her şey,
Bir vuruşta sonuna varılsa işin,
Bir anda bu dünyayı olsun kazanıversen,
Zaman denizinin bir kumsalı olan bu dünyayı
Öbür dünyayı gözden çıkarır insan.
Ama bu işlerin daha burada görülüyor hesabı.
Verdiğimiz kanlı dersi alan
Gelip bize veriyor aldığı dersi.
Doğruluğun şaşmaz eli bize sunuyor
İçine zehir döktüğümüz kupayı.
Adam burada, iki katlı güvenlikte:
Bir kere akrabası ve adamıyım:
Ona kötülük etmemem için iki zorlu sebep.
Sonra misafirim; Değil kendim bıçaklamak,
El bıçağına karşı korumam gerek onu.
Üstelik bu Duncan, ne iyi yürekli bir insan,
Ve ne bulunmaz bir kral.
Her değeri ayrı bir İsrafil borusu olur
Lanet okumak için onu öldürene!
Acımak yeni doğmuş bir çocuk olur, çırılçıplak,
Kasırganın yelesine sarılmış,
Ya da bir melek, görülmez atlarına binmiş göklerin,
Ve gider dört bir yana haber verir
Bu yürekler acısı cinayeti,
Göz yaşı savrulur esen yellerde.
Sebep yok onu öldürmem için,
Beni mahmuzlayan tek şey, kendi yükselme hırsım;
O da bir atlayış atlıyor ki atın üstüne
Öbür tarafa düşüyor, eğerde duracak yerde
|