Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Cevap: Zülfü Livaneli: Cahiliye Ortamında Gerçek Eleştiri Olmaz
- Yaşar Kemal’in hayatınızda yeri çok büyük. Yaşar Kemal’den neler öğrendiniz?
Yaşar Kemal’den çok şey öğrendim. Bir kere edebiyat, sanat modalarına kapılmamayı, para ve şöhret için çalışmamayı (ki bunu da Arif Dino öğütlermiş genç Kemal’e) ve kendini adamayı öğrendim. Gerçekten kendini adamazsan, sağlığını koruyamazsan iyi kitap yazamıyorsun. Yaşar Ağabey “roman yazmak için kendine arap atı gibi bakman lazım” derdi. Hakikaten öyle. Fiziki enerji düşüklüğü bile kitabınızı etkiliyor. Köke, özüne girip bakmak gerekiyor. Çok önemli.
Onunla, yurtdışında Andrej Wajda'nın “Vadedilmiş Toprak” filmini seyretmeye gittik. Çıktık sinemadan. Yaşar abi “Orhan Kemal daha iyisini yaptı” dedi. “Orhan Kemal film mi çekti?” dedim. “Yok ya’’ dedi "romanı Bereketli Topraklar Üzerinde. Biri roman, biri film olarak anlatmış. Sonuçta insanı anlatmıyorlar mı? Orhan Kemal daha iyisini yaptı” Önce böyle şaşırtırdı ama çok haklıydı. Sonuçta insanlar başka tekniklerle hikâye anlatıyor.
- Sayfamızda mutlaka yemek kültürüne dair sorular soruyorum. Sizin de sofra muhabbetleriniz muhteşem. Dost sofralarınız biraz anlatır mısınız?
Dostlar sofrası geleneği aslında bizim aileden başlar. Babam çok birikimli bir savcıydı. Dedem de hakimdi. Hem geleneksellikten, Anadolu’dan, hem de hukuktan, Osmanlı’nın son döneminden gelen insanlardı. Her akşam aile sofrasında bunlar anlatılırdı. Menkıbeler, hikayeler, kıssalar. Çünkü bizim doğu toplumu kıssa yoluyla düşünür.
Mesnevi örneğin, hep kıssalarla doludur. Dolayısıyla çok alışkınım sofra kültürüne. Sofrada maksat yemek değil, muhabbet. Yemeği de hapur küpür yemeyeceksin. Laf lafı açar, muhabbet muhabbeti açar, insanlar birbirinden öğrenir, sofralar böyle olduğu zaman güzeldir. Bu tabii biraz farklı, biraz daha Avrupa kültürü. Kadınla erkeğin birlikte sosyalleşebildiği şarapla da ilgili bir durum yemeği uzun uzun yemek. Ben yemeği bir dostlar sofrası olarak anlıyorum. Ama hakim dedem hacıydı, yemekte asla konuşturmazdı. Aynı şeyi 2000 yılında Aynaroz’a gittiğimde yaşadım. Manastırlarda kalıyordum. Günde iki kere yemek yiyorlardı. Sabah 8 ve akşam 5. Tahta masalara oturuluyor, yemekler dağıtılıyor, baş rahip başlayın dediği zaman herkes başını öne eğiyor ve birbiriyle göz göze gelmeden yemeklerini yiyorlardı. Çünkü o anda vücutlarının bir zevkini tatmin ettiklerini düşünüyor ve günah işlediklerine inanıyorlardı. Aslında İslam dininde de biraz öyle. Pek fazla zevk almayacaksın yemekten.
- Yemek yapıyor musunuz?
Eskiden çok güzel bulgur pilavı yapardım. Abidin Dino çok severdi onlara kuşbaşı et, mantar, biber sote yapardım çok severlerdi. Biraz Macar yemeği tarzındaydı. Son dönemlerde pek yapmıyorum. Ama Yaşar Kemal yemek yapmayı çok severdi, zevk alırdı bundan. Bazı erkekler çok sever, asla mutfağı eşine bırakmaz. Fransız kültür bakanı Jak Lang karısını mutfağa sokmaz mesela.
- Sağlıklı beslenme konusunda özel bir ilginiz olduğunu duydum. Bizimle paylaşacağınız tüyolar var mı?
Var ama Ebrucum şöyle var. Ben sağlıklı beslenmeye son yıllarda başlamış değilim. Evde de söylüyorum. 20’li yaşlarımdan beri vücudumun bazı istediği ve istemediği şeyler var. Mesela ben 7 sene vejetaryen yaşadım. Sonra baktım sosyal hayatta çok zorlanıyorum mecburen uzlaşma yaptım. oldum. Etin iyi bir şey olmadığını biliyorum.
Kırmızı şarap, badem, bitter çikolata tavsiye ediyorlar ya zaten bunlar benim alışkanlıklarım. Doktorlar söylemeden vücudum biliyor. 75 yaşına geldim işte böyle gidiyoruz.(gülüyor)
- Yeni roman ne zaman?
Dört yıldır “Kaplanın Sırtında” adlı romanıma çalışıyorum. En büyük emeği bu kitaba verdim. Yurtdışında ve Osmanlı arşivinde araştırmalar yaptım. Abdülhamit üzerine bir roman bu. Ancak bulunduğumuz dönemde o kadar berbat bir tartışma ortamı var ve düzey o kadar düşük ki, bu kadar emek verdiğim, kaynaklara dayandırdığım romanımın bu düzeyde tartışılmasını istemiyorum. Bu kadar sert bir kutuplaşma ve cahiliye ortamında gerçek eleştiri olmaz.
Romanı böyle bir ortamda çıkarmak istemedim. Benim kamplara bağlı düşünmediğimi, kendi kafamla düşünmeye önem verdiğimi bilirsin. İngiltere’de 8. Henry mi haklıydı Cromwell mi diye bir tartışma yüzünden insanlar birbirine girmez, öğrenciler dövüşmez. Komik gelir.
Bu yüzden yine aklımda yıllardır geliştirdiğim, hatta ilk bölümlerini yazdığım bir kısa roman, bir novella fikri vardı.
Çok severim bu formatı, Son Ada, Engereğin Gözü formatı.
Biliyorsun Ebrucum çocukluğumdan beri Hewingway hayranıyım bir deniz hikayesi yazmak isterdim. Dolayısıyla “Balıkçı ve Oğlu” adında bir novella yazdım. İlginç ve güzel bir hikaye olduğunu sanıyorum, özel bir dille anlatmaya çalıştım. Herhalde Nisan sonu Mayıs başında İnkılap yayınlayacak.
Bir de Cumhuriyet Yayınları benden bir kitap istedi. 1970’li yıllardan buyana Cumhuriyet’de çıkmış yazı dizilerimi topluyorum, başka yazılar da olacak. Tam içinde olmasak da hepimiz Cumhuriyetçiyiz.
- Kitabı metalaştıran piyasa, edebiyatı “popüler edebiyat “ve “yüksek edebiyat “olarak ikiye ayırdı. Büyük okura sabun köpüğü kıvamında kitaplar sunulurken, az kişinin okuduğu kimsenin okumadığı “gerçek edebiyat” sanılan kitaplar varoldu. Halbuki önemli olan nitelikli eserlerin halkta karşılığının bulacağına güvenmek, iyi bir uslupta anlatmak ve okurun ruhuna sızmak değil mi?
Bu benim ısrarla savunduğum bir görüş. Geçen yıl Serenad Amerikada yayımlandığında, New York’da Amerikan basınına anlattım, sonra ve Columbia Üniversitesi’nde konuştum. İnsanlar pek farkında değiller. Edebiyat dediğimiz şey bir taneydi. Edebiyat vardı bir de, daha eğlendirici diyebileceğimiz piyasa kitapları. Şimdi ise ürün çeşitlendirme adı altında ayrımlar yaptılar. Söz sanatları korkutucudur. Sözden korkar rejimler. Bütün rejimlerin yazarlar üzerindeki baskıları düşünün. Dünyadaki tüm totaliter rejimlerin yazarların üzerindeki baskıları sözün gücünden korkmalarından ileri geliyor. Çünkü söz güçlüdür...
. Biz her şeye sınıfsal olarak bakmayı öğrendik. Öyle de yazdık. Yaşar Kemal de, Nazım Hikmet de. Sait Faik de, Orhan Veli de herkes bu görüşle yazdı. Ancak, postmodernizmde sınıf değil kimlik önemlidir. Bir örnek veriyorum. Mecidiyeköy’de yağmurlu bir gün, evlerde temizliğe giden yorgun bir kadın, otobüs durağında bekliyor, üç otobüs değiştirip eve gidecek, orda da kocası ve çocukları için çalışacak. Geçim derdinde, hayattan bezmiş bir kadın. Üstünde yıpranmış bir pardesü ve başında türban var. Önünden lüks bir araba geçiyor, üzerine çamur sıçratıyor. Bu kadın türbanlı, arabanın içindeki kadın da türbanlı. Şimdi bu kadın nasıl bakacak ona? Bu benden mi diye mi düşünecek? Yoksa ben emekçiyim, o patron diyerek, sınıf farkıyla mı bakacak? Bence ikincisi doğrudur birincisi çarpıtma. Onun isyanını, onun emeğinin sömürülmesine karşı çıkmasını, sendikalaşmasını, hakkını almasını engellemek için bir oyun. Edebiyat da bu oyunun içine girdi maalesef. Herkes küçük burjuva dünyasında oynuyor ve dil oyunu yapıyor. Batı basını da buna gerçek, onun dışındakilere de popüler edebiyat diyor. O zaman bakalım dünyanın en çok okunan yazarları Charles Dickens, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Yaşar Kemal popüler edebiyat mı? Bütün bunları reddedip birkaç Amerika ya da Londra barında ajanlar, eleştirmenler edebiyatı kendi aralarındaki bir oyuna çevirdiler. Bilinçli bir tercih bu.
- Türk sanatçı çevresi içinde bu geçerli değil mi?
Tabii. Eskiden ünlü olmuş, adı duyulmuş, kitlesini yaratmış yazar, ressam, şair, müzisyenler var elbette. Ancak son 20-30 yılda yeni çıkmış, adını yeni duyduğumuz, sınıf mücadelesi içinde, bir derdi olan ve kendini büyük kitlelere kabul ettirmiş bir tek sanatçı var mı? Ne oldu bu mücadeleye? Şimdilik kazanan taraf diğerini ezdi geçti.
- Günümüzde edebiyat en büyük kurtarıcımız hatta terapimiz diye düşünüyorum. Satırlaralarında bir çok cevap bulabiliriz. Katılır mısınız?
Edebiyat kurtarıcıdır. En azından benim hayatımı kurtarmıştır. Birçok insanın da hayatını kurtardığını biliyorum. Edebiyat olmazsa olmaz.. Edebiyat dediğimiz zaman içine, destanları, epopeleri hepsini koyalım. Destanı olmayan halk yok. Homerosu, Dede Korkut’u biliyoruz tabi ama Finlilerin Kalevala destanı, Çerkezlerin Nart destanını, Kürt destanlarını biliyor muyuz? Kırgızların Manas destanı 1 milyon dizeden oluşuyor. Müthiş bir şey. Kısacası insan hikayesiz, söz sanatsız yaşayamıyor. Dolayısıyla kuşaktan kuşağa hikayeler aktarılıyor. Bu da bence insanı insan yapan en önemli özelliklerinden birisi. Biz hikaye anlatan ve hikaye dinleyen bir yaratığız.
- Siz bir Rönesans insanısınız. Ve kendinizi sanatın bir çok farklı alanında en iyi şekilde ifade ediyorsunuz. Halbuki bu durum küçük aydın kesim tarafından ülkemizde çok da hoş karşılanmıyor.
Neden sürekli kalıplara sokulmaya çalışılıyoruz? Sanat farklı kollardan oluşan bütün değil midir?
Ben Rönesans insanı tanımını bilmeden bu yollara girdim. Böyle bir iddiam da yok. Müzikte kendimi ifade ettim ama benim çocukluğumdan beri en büyük tutkum edebiyattı.
Müzikle amatör olarak uğraşıyordum ama tesadüfen müzik beni içine çekti. Dolayısıyla içimden gelen hikayeleri neden yazmayayım? Ben bu konuda cesur davrandım. Rahmetli Onat Kutlar arkadaşımız Türkiye’nin en iyi, en gelişmiş, en ince zevklerine sahip kişilerindendi. Müthiş bir hikaye yazarı olmasının yanı sıra sinemadan da çok iyi anlardı. Bir gün sinema ve film yapmak üzerine sohbet ediyoruz. Dedim ki” Onat, yapsana bir film. Senden iyi kim yapabilir?” dedim “Yok, yapamam cesaret edemem, beni parçalarlar” dedi. O küçük aydın çevresi “ha şimdi de film mi yapıyor” derlerdi çünkü. Ben film yaparken de dediler biliyorum.
Nasıl laflar çıktı. Birçok alanda eser vermek zayıflatan bir şey sanıldı. Oysa Doğu ve Batı medeniyetlerindeki isme baktığımız zaman Nietszche, Ömer Hayyam gibi filozofların şair, müzisyen, hatta bilim insanı olduğunu görürüz. Platon da şiir yazmıştır. Ayrıca meslekler saymak marifet değil. Politikacı, diplomat, milletvekili, müzisyen, senarist, yazar vs. O zaman Yahya Kemal’i örnek alalım. Yahya Kemal şair ama aynı zamanda Madrid Büyükelçimiz değil miydi? Fikir yazıları da vardı, milletvekili de oldu. Ona şair, denemeci, diplomat, politikacı, düşünür mü diyeceğiz?
Kendi alanlarında bir yere gelmiş insanlar büyük bir kıskançlıkla o konumu korumak isterler. Kendilerini riske atmazlar. Bense kendimi uçuruma fırlatmaya pek meraklıyım. Sık sık yaparım bunu, içimden öyle gelir. Ama uçuruma aşık olanın kanatları olmalı tabii.
|