Çevrimdışı
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
|
Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu
Osmanlı'da ateşli silahların icadından sonra okçuluk, özelliklerini koruyarak bir spor hâlini aldı. Savaşın en önemli uzak mesafe silahı, bir zaman sonra barış zamanlarını temsil eden, kendi ahlâkı, âdâbı hatta kanunları olan bir spor dalı hâline geldi.
Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra bugünkü Okmeydanı çevresini, okçuluk müsabakaları için düzenletti ve okçular tekkesini kurdu. Osmanlı'nın birçok şehrinde bulunan ok meydanları, aslında sporcuların toplandıkları, yemek yedikleri, sohbet ettikleri; günümüzdeki spor kulüplerinin o zamanki ilk örnekleriydi. Yine Fatih'in kurallara bağladığı okçuluk; zamanla “liyâkat, eşitlik, sabır ve erdem”e ulaşmak için bir yol oldu. Yiğitlerin tüm hüneri ve ahlâkı burada görülüyordu. Her şey meydandaydı. Cennetten bir köşe gibi kabul edilen meydanların sınırlarına kimse tecavüz edemiyor, meydana abdestsiz girilmiyor, hatta yağmur duaları bile burada yapılıyordu. Uzun zaman meydan şeyhlerinin sözlü devam ettirdiği kurallar ve fetvalarla yönetilen spor, 1682 yılında kırk kişilik bir kurulun hazırladığı atıcılar kanunu 'kanunname-i rimat' ile yazılı hâle geldi. Bu, dünya spor tarihinin ilk yazılı kanunlarındandı.
Osmanlılar zamânında okçuluk büyük bir önem arzetmiş, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır. Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda okçu birlikleri savaşlarda çok mühim rol oynamıştır. Özellikle Birinci Kosova, Varna, Gazze, Mısır Seferi ve 1521 Belgrad Muhâsarası'nın zaferle neticelenmesinde bu birliklerin payı çok büyük olmuştur. Böyle güçlü birlikler teşekkül ettirebilmek için ok tâlimleri ve müsâbakalarının yapıldığı ok meydanları düzenlenmiştir. İlk olarak Orhan Bey Bursa’da, sonra Yıldırım Bâyezîd Gelibolu’da, Fâtih İstanbul’da gemileri karadan Haliç’e indirdiği yerde ve Yavuz Sultan Selim de Yenibahçe’de ok meydanları inşâ ettirmiştir. İstanbul’daki çok sayıda ok meydanının yanısıra Belgrad, Üsküp, Edirne, Bağdat, Kahire, Amasya, Şam, Diyarbakır ve Cidde gibi daha birçok yerde de ok meydanları bulunuyordu. Bu meydanlarda ok tâlimlerinden başka koşular, pehlivan güreşleri ve diğer atletizm müsâbakaları da yapılırdı.
İstanbul Okmeydanı Gravür
Şüphesiz bu ok meydanlarının en ünlüsü, İstanbul Okmeydanı’dır. İstanbul’un Fethinden (1453) hemen sonra, 2. Mehmet (Fatih) tarafından yerleri sahiplerinden alınarak okçuluk sporuna resmi olarak vakfedilmiştir. Alanın sınırları ve kullanım amacı tecavüzleri önlemek için ayrıntılı olarak belirlenmiş, alan dahiline tırnaklı hayvan sokulması, ölü gömülmesi, ev yapılması, hatta kuş uçurtulması Sultan Fermanı ile yasaklanmıştır.
Tesis, Hıdırellez’de (6 Mayıs) açılır, Kasım’da (Ruz-ı Kasım) kapanırdı. Atışlar ve müsabakalar Pazartesi ve Perşembe günleri yapılırdı. Böylece 48 gün resmi müsabakalar ve çalışmalar için ayrılmış olur, geriye kalan zamanda da sporcular serbest çalışma (meşk) yapabilirlerdi.
3.Selim'e ait menzil taşı
Divan şâirleri usta sayılan okçular için methiyeler, şiirler yazar, rekor sayılan atışlarda nişantaşları dikilirdi. Sultan 3. Selim’in attığı okun düştüğü yere dikilen menzil taşı bugün hâlâ yerindedir. Yavuz Sultan Selim Han'ın önünde ok atan kemankeş için zamânından çok sonra Yahya Kemal’in yazdığı şiir bunların en güzellerinden biridir. İkinci Bâyezîd Han, Genç Osman, Dördüncü Murâd, Dördüncü Mehmed Han, Üçüncü Selim Han, İkinci Mahmûd Han ve Sultan Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar, kabri Ok Meydanı’nda olan Dâmâd İbrahim Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kemankeş Ahmed Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa gibi vezirler, okçulukta zamanlarının şampiyonları idiler.
Daima büyük değer verilen tutulan yaya, ilâhi bir anlam da yüklenir: Yayın üst kolu “iyiliği, temizliği, doğruluğu, güzelliği”, alt kolu da “kötülüğü, bayağılığı, düşüklüğü” simgeler. Yani bir tarafta “ulvîlik”, bir tarafta da “suflîlik” vardır. Kâinatta ve insanın tabiatında bulunan bu iki zıt mefhumu ise kabza birleştirir. Kabzanın ortasına yerleştirilen kemikten bir parça, bütün mevcûdatın ortak özünü, yani “vahdet-i vücûd”u sembolize eder.
Osmanlı ordusunda ok ve yay kullanıldığı devirlerde, askerlerden çoğu; iyi yetişmiş, usta birer kemankeştiler. Nitekim, 15.-16. yüzyıllarda menzil sâhibi kemankeşlerden pek çoğunun ordu mensubu olduğu görülmektedir. Kuruluşundan 17. yüzyıl başına kadar Osmanlı ordularında ok ve yay, topla birlikte, en etkili uzak mesâfe silâhı olarak önemini korumuştur. 16. yüzyıl ortalarından itibaren ateşli silâhların gelişmesi, ok ve yayın giderek yerini tüfeğe bırakmasına sebep olmuştur. Ne var ki bu durum, ok ve yayın Türklerin hayatından tamamen çıktığı anlamına gelmez. Önemli bir spor dalı olarak, özellikle İstanbul'un fethinden sonra, moral değerleri ayakta tutan kurumlardan biri olarak, varlığını ve etkinliğini 19. Yüzyıl sonlarına kadar sürdürmüştür.
Yeniçağ’da Osmanlı toplum düzeninde teşkilatlanmanın genişlediği ve yeni kurumların ortaya çıktığı görülür. Bir teşkilata bağlı spor okçuluğu da bu yeni kurumlardan biri, kuruluş ve özelliği bakımından en ilgi çekici olanıdır.
Osmanlı toplumunda ilmiyye sınıfı, asker sınıfından, esnaf ve tüccar sınıfı öncekilerden farklı yetki ve sorumluluğa sahipti. Şenlik ve sefer alaylarında bu ayrıma titizlikle uyulurdu. Bunlara ait kurumlardan sadece o sınıfa giren kişiler yararlanabilirdi. Yalnız bir kurum bu kuralın dışında kalmaktadır: Okçuluk. Değişik sınıftan kişiler, hiçbir ayrıcalık gözetilmeden, eşit şartlarla bu kurumda bir araya gelebiliyordu. Böylesi toplum düzenlerinde, bu çok ender görülen bir durumdur.
Esnaf ve zanaatkâr zümresi, Osmanlı düzeninde, sağlam ve köklü bir teşkilâtı olan güçlü bir sınıftı. Gerek kuruluşunda, gerekse güçlü ve disiplinli bir teşkilat haline gelişinde Fütüvvet ve bunun Anadolu’daki devamı olan Ahiliğin önemli bir rolü vardır. Bu durum, teşkilatın kuruluş ve yönetim biçiminde, unvânlarda olduğu kadar, inanç ve töreye bağlılık, meslekî doğruluk, çalışma disiplini, karşılıklı saygı, maddî ve manevî dayanışma gibi konularda da açıkça görülmektedir.
Osmanlı esnaf teşkilâtı içinde, yaycı ve okçular ayrı ayrı loncalar hâlinde ve kendilerine ait çarşılarda toplanırlardı. Diğer esnaf zümreleri gibi, yaycı ve okçular da kanun ve törelere sıkıca bağlı idi, ayrı birer lonca, yine belirli sayıda dükkân vardı. Yaycı ve okçu dükkânları hem imalat, hem satış yeri idi. Bu dükkânların yeri ve işletme hakkı (gedik) sınırlandırılmış olduğundan, her isteyen kişi, dilediği yerde dükkân açamazdı. Her lonca, mensuplarının kendi aralarından seçtiği bir heyet tarafından yönetilirdi. Her esnaf loncası, kendi işini kendisi yürüten ve denetleyen bağımsız birer kuruluştu. Yay yapıp satan esnafa da, keman fürûşân denilirdi.
Okçu ve yaycı esnafının başlıca müşterisi kemankeşler olduğundan, onlarla sıkı ilişki içinde bulunurlar, meydan günlerinde Ok Meydanı’na giderek, sattıkları yaylara ve oklara gereken düzen ve tımarı verir, küçük tâmirleri yaparlardı. Ok ve yay satışı da çoğunlukla bu sırada olurdu. Bâzı okçu ve yaycı ustaları, tanınmış bir kemankeşin hizmetine girer, yalnızca onun için ok ve yay yapar, idman ve atışlarında hep yanında bulunurdu. Rekor kırıldığında, okçu ve yaycıya da ödül verilirdi. Mesela; Tozkoparan İskender, Edirne’deki Deve Kemâl Menzili’nde aşırı atıp rekor kırdığı için, Sultan İkinci Bâyezîd, 11 Cemâziyülevvel 916 (1510) tarihinde Tozkoparan’a bir câme benek ve 3000 akçe, yaycısı İçkoz Ahmed’e ve okçusu Bahtiyarzade Hacı Hasan Çelebi’ye de 500’er akçe ihsan etmişti.
Hicri 1119 senesi Muharrem ayının 11. günü de Okmeydanı’nda yaya koşusu yapılıp üç nefer bostancıya ikişer altın ve at yarışlarına altı zlota verildiği ve Muharremin 15’inde yapılan bir yaya koşusunda iki kişiye ikişer altın mükâfat verilmiş olduğu Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan 2325 numaralı dosyadaki hesap defterinden anlaşılmaktadır”. * Halim Baki Kunter – Eski Türk Sporları Üzerine Araştırmalar. 1938
Atışlar sırasında okçu ve yaycılar da hazır bulunduğundan, kusurları hemen yüzlerine vurulurdu. Bu açıdan okçu ve yaycı esnafı mesleğine, sanatına, işine önem verirdi. Okçuluk ve yaycılıkta, kişi bu sanatı bu işin ustasından, şeyhinden icazet almadan kendi kendine işleyemezdi. Büyük kemankeşlerin özel yaycı ve okçuları bulunurdu; bunlar başkası için ok ve yay yapamazlardı. Hizmetinde çalıştıkları kemankeşin vücut ölçüsünü, atış üslûbunu dikkate alarak ok ve yay yapar, atışlar sırasında tımarını yapıp hazır ederdi. Yayların baş tarafına usta adı ve yapım tarihi yazılırdı. Bu, yaycının kalite üstünlüğü konusunda hem iddia hem de sorumluluk sâhibi olduğunu gösterir.
Okçular ok atarken, sol dizlerini yere koyup sağ dizlerini kaldırır ve “Ya Hak” diye salâ verip oku fırlatırlardı. Abdestsiz ok atmazlardı. Topkapı Müzesindeki bir belgede; 1671’de sâdece Ok Meydanı’nda 3 bin 375 kemankeşin ok attığı belirtilir.
Ok tâlimleri rüzgârın cihetine göre yapıldığından, böyle her rüzgâra mâruz yerler meydan olarak seçilmezdi. Ok meydanlarının bakımı ile uğraşanlara “ihtiyar” denilirdi. Her meydanın üç ihtiyarı olup, baş sorumlu “şeyhü’l-meydan” diye adlandırılırdı. Bunlar aynı zamanda okçuluk tekkesi şeyhliğini de yaparlardı. Şeyhü’l-meydan, kemankeş pehlivanların en kabiliyetli, zeki ve dürüst olanları arasından seçilirdi. Kemankeşliğe yeni başlayanlar ondan müsâade alırlardı. Şeyhü’l-meydan ile menzil ihtiyârı ve mütevelli, meydanın ve okçuluğun bütün meselelerini, ihtilaflarını çözerdi. Burada tâlim yapanların imtihanlarını yaparlar ve gençleri okçuluğa teşvik ederlerdi. 300 metreye ok atabilen okçu, “kemankeş” ünvânını alırdı. Okçuluk tekkesi, her sene altı mayısta ok talimlerine başlamak için açılır, pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere tâlimler altı ay devâm ederdi. Okçular, müsâbakalarına “koşu” derlerdi. Ok Meydanı’na öğleden evvel gelip yemekler yenildikten ve namaz kılındıktan sonra müsabaka başlardı.
Osmanlı okçuluğunun ana disiplininin, Batı dünyasının Türk okçuluğu ile ilgilenmesinin de sebebi olan menzil okçuluğu olduğunu kaydeden Dr. Murat Özveri*; menzil okçuluğunun bir savaş alıştırması olmaktan hayli uzak ve kelimenin tam manasıyla spor amaçlı yapıldığını ifade eder:
“19. yüzyılda Mustafa Kâni Efendi tarafından yazılan Telhis-i Resail-ü’r Rumât’ındilbilimsel incelemesi Joachim Hein tarafından kaleme alınmıştır. Dr. Paul E. Klopsteg ünlü “Türk Okçuluğu ve Bileşik Yay” isimli kitabını yazarken bu eserden yararlanmıştır. İyi bir okçu ve titiz bir bilim adamı olan Klopsteg’in, Hein’ın çalışmasındaki okçuluk ile ilgili bazı teknik yanlışlıkları düzelttiği de söylenmektedir. Sonuç olarak Dr. Klopsteg’in kitabı, Batı dünyasını gözlerini Osmanlı okçuluğuna çevirmiştir.
Telhis-i Resail-ü’r Rumât, kendisi de mükemmel bir okçu olan Sultan II. Mahmud’un emriyle, sultanın Kahvecibaşı’sı olan Mustafa Kâni Efendi’ye yazdırılmıştır. Kitap sultana el yazması olarak sunulmuş ve birkaç yıl sonra 1847 de İstanbul’da bastırılmıştır. Kitap okçuluk, yay ve ok yapımı hakkında ayrıntılı bilgi ve hatta çizimleri içermektedir.
Menzil atışları çok iyi belgelenmiştir. Her atış doğrultusu veya “menzil”, biri okçunun atış yaptığı noktaya dikilmiş “ayak taşı” ve diğeri atış doğrultusunu belirleyen “menzil ana taşı” olmak üzere iki taş ile belirlenirdi.. Rekorun kabul ve tescili, atışın ayak yerinde ve hava yerinde (okun düştüğü yer) en az ikişer tane olmak üzere dört şahidin huzurunda yapılması ile mümkün olurdu. Ulaşılan mesafeler “Tekke Sicil Defteri”ne yazılmakla kalmayıp, atışın tescili ve anısına taş dikilirdi.
Rekoru kıran kemankeş bir menzil taşı yaptırarak okun düştüğü yere diker ve adını ölümsüzleştirirdi. Ekonomik durumu yetersiz olduğundan veya sefere çıkıp şehit düştüğünden taşını diktiremeyen kemankeşler olmuştur. Bu gibi durumlarda, kemankeşlerin aralarında para toplayıp arkadaşlarının anısını mermere kazıttıkları, taşını diktirdikleri bilinmektedir.
[
165 ila 250 metre mesafeden “puta” denilen özel deri hedeflere ok atmaya puta atışı denirdi. Puta, içi pamuk tohumu ve talaş doldurulmuş şekli kabaca armudu andıran yaklaşık insan gövdesi büyüklüğünde deri hedefler kullanılırdı. Risalelerde, sepet şeklinde putalar da olduğundan bahsedilmektedir. Yüzeyinde hedef vazifesi gören renkli işaretler ve eteklerinde okun putaya çarpmasıyla ses çıkaran küçük ziller olurdu.
İstanbul’daki Askeri Müze’de sergilenen bir putanın ölçüleri 107 cm X 77 cm’dir.
Hedef okçuluğunun bir başka çeşidine “darb” denirdi ve sert nesneleri delmeye yönelik bir disiplindi. Bu, düşmanın zırhını delme becerisi kazanmayı amaçlayan, savaşla ilgili bir pratikti. Bileşik (kompozit) yayın zırh delici özelliği her zaman tartışma konusu olmuştur. Özellikle de Ortaçağ’ın son dönemlerinde ve Yeniçağ’ın başlangıcında yaygın olan plaka zırhlar söz konusu olduğunda. Avrupa merkezcil tarih yazıcılığı, her zaman İngiliz Uzun Yayının Yüzyıl Savaşları’ndaki askerî başarısının altını çizme eğilimindedir. Şu ya da bu şekilde, bileşik yaylı bozkır medeniyetlerinin askerî başarıları görmezden gelinmiş, yenilgileri ise abartılarak aktarılmıştır.
Ancak bileşik yayın zırh delici özelliğinin yetersiz olduğu bir hurafeden ibarettir. Bu gerçek ilkin Romalılar ve Sasaniler tarafından farkedilmiştir. Hunlar 5. yüzyılda bu iki imparatorluğu fethettiğinde Persler ve Romalılar ordularının her ikisinde de plaka zırh kuşanan ağır suvariler vardı (clibanarius ve cataphractos). Hatta Romalı piyadeler koruma olarak iki kat zincir zırh kuşanır ve ağır meşe kalkanları taşırdı. Her iki devletin orduları da, Hunların, zırhlarını delmekte zorlanmadıklarını gördü. Bu, Hunların uçbükümlü kompozit yayları sayesinde olmuştur. Ve en mükemmel Asya bileşik yayının, yani Türk yayının gücüne belki de en iyi Habsburg’lar tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Feld Mareşal Monteccucoli’nin anılarında; Kont Marsigli’ nin de 1682 ‘deki Osmanlı ordusu hakkındaki detaylı raporunda, Habsburg Ordusu, Osmanlı okçularına karşı dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarılmıştır, çünkü Türk okları Avusturya Curiassiers’lerinin plaka zırhlarını kolayca delebilmekteydi.
]
At üstünden hedef okçuluğu da bir başka önemli disiplindi. Atlı okçuluk 14. ve 17. yüzyıllar arasında çok yaygın olmuştur. Bu dönemde en yaygın atlı okçuluk uygulaması “kabak oyunu” olmuştur. Sırf bu oyuna ayrılmış alanlar (Kabak Meydanı) bile tahsis edilmiştir. Hedef, okçunun atını dörtnala üzerine sürdüğü yüksek bir sütunun tepesine yerleştirilirdi. Okçu, sütunun yanından hızla geçer, sonra da at üstünde dönüp hedefi vururdu. Kabak oyunu sadece savaşla ilgili bir alıştırma değildi, aynı zamanda okçuluk ve binicilik becerilerinin sergilendiği bir gösteriydi.
Kabak Oyunu
Bu hünerleri padişahların da gösterdiğine bir 16. yüzyıl minyatüründe rastlıyoruz. Sultan 2. Murad at üstünde dolu dizgin giderken, yüksek bir direğin üzerindeki altın kabağa birkaç ok atıyor.
Onyedinci yüzyıl gezginlerinden Du Leoire Üsküdar’daki sarayda ağırlanırken, Sultan 4. Murat tarafından ok ve mızrak ile delinmiş yarım parmak kalınlığındaki metal levhaları, sergiledikleri odada gördüğüne anılarında yer vermiştir.”
Fotoğraflar: yeniokmeydani.com
__________________
Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
|