Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Türk ve Dünya Tarihi > Türk Tarihi


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 12.02.2015, 13:07   #1
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Geleneksel Türk Okçuluğu





Bu konu her ne kadar kopyala-yapıştır tarzında olduysa da, konu içerisinde şahsi fotoğraflarını kullanmam için izin verdiklerinden dolayı; Sayın Adnan Mehel beyfendiye, Sayın Barış Balkancı beyfendiye, Sayın Ahmet Öksüz beyfendiye teşekkür etmeyi borç bilirim.

Bunun yanı sıra kullandığım kaynaklar çok önemli, değerli bilgiler içermektedir.
avrasyasporbirligi.com ve talimhaneokculuk.com a da bu bilgi hazinlerini bizlere ulaştırdıkları için teşekkür ederim.


Fotoğraf sanatçısı Hamit Yalçın Bey'in çalışmasıdır.


“Ok uçlarındaki temren

Çeliğe verilen su ben

Bu canı tuttukça bu ten

Pençesiyim bir gök kuşun

Adım Türkmenoğlu Afşın”

Atın, okun, kılıcın en çok yakıştığı savaşçı tipi Türk’tür. At arkadaşı, kardeşi, kılıç ve ok da vücudunun bir parçası, uzvu gibidir Türk’ün. Türkler için ok ve yay hâkimiyet sembolüdür. Hakan tahtında otururken elinde ok ve yay tutardı. Komutanlarını toplamak için onlara anlamı belli, çeşitli oklar yollardı. Çetirlerinde, damga ve sikkelerinde ok ve yay resmi vardı.

Türk destanlarından Oğuz Kağan Destanı'nda ok ve yay, sembolik anlamlarla yer almaktadır. Orta Asya'da geçim kaynağı ve askerî tatbikat niteliği olan sürek avları, Türk atlı okçuluğunun gelişmesini sağlamış; Türkler bu becerilerini Orta Asya'dan Anadolu'ya taşımışlardır. Savaşçılık, avcılık, sporculuk gibi alanların dışında sosyal alanda da okçuluk önem teşkil etmiştir. Örneğin askeri bayramlarda, dinsel törenlerde çeşitli sportif okçuluk yarışmaları toplumsal hayatta yer almıştır.

Avrasya coğrafyasında göçebe yaşayan Türklerin ok ve yay yapımında kullanılan özel malzeme ve teknikleri gizli bir şekilde usta-çırak yoluyla nesilden nesile aktarması, teknolojik fark sayesinde yerleşik halklara karşı Türklere üstünlük sağlamış ve silah üreticisiyle ailesine sosyal yaşamda seçkinlik kazandırmıştır.

Ok, eski Türklerde millî silah olarak kabul edilmekte, çeşitli destan ve halk hikâyelerinde ondan bahsedilmektedir. Oğuz kelimesinin “oklar” mânâsına geldiğini, söyleyen dilbilimciler vardır. Macar bilim adamı Laszlo Torday da, Oğuz kelimesinin 'ok' tan geldiğini, ok ve oğuzun aynı anlamı taşıdığını söyler. Okun aynı zamanda sembol olarak kullanıldığı da olmuştur. Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar diye iki, Göktürkler de Onoklar diye on büyük kola ayrılmışlardı. Orta Asya’da yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen oklar, Türklerin ok yapımında çok becerikli olduklarını göstermektedir.




Demire ve çeliğe hükmeden ve atı eğiten Türkler, cihan hakimiyeti mefkûresi ile Türkistan'dan dünyaya yayılırken, ok ve yayın kullanımındaki becerilerini dört bir yana ulaştırmışlar; ellerinde yayları, bellerinde sadakları, kılıçları ve altlarında atları ile cihana nam salmışlardı.


Ünlü Türk Hakanı Oğuz Kağan’ın, Gün, Ay ve Yıldız adlı üç büyük oğluna "Bozok", Gök, Dağ ve Deniz adlı üç oğluna da "Üçok" demesi, Türklerin oka verdikleri önemi ve değeri ortaya koyan belgelerden biridir.

Türklerin ok ve yay yapımındaki ustalıkları, Çin kaynaklarınca da vurgulanır.

Türklerde okçuluk, binicilikle birlikte beden kültürü anlayışının öncüsü olmuştur. Okçuluk sadece bir savaş aracı olmakla kalmamış, zevkli bir idman ve yarışma biçimine dönüştürülmüştür. Böylece düzenlenen bütün törenlerde en büyük yarışmaların sembolü ok ve okçuluk olmuştur.


Eski Türklerde ok atmak kadar, boş yayı kurmak ve kurulmuş yayı çekmek, ayrı ayrı eğitim gerektirdiğinden, önce bu eğitim önemsenirdi. Sonraları, istenilen hedefe ok atarak isabet kaydetmek, yine kendi gücü ve en önemlisi tekniği ile ulaştırabileceği uzaklığa kadar ok atmak. Bu başarıların sonucu verdiği zevk ve gurur, Türk okçularını yükselme ve başarıya iten en büyük unsur olmuştur.

Türklerde ok ve yayın yapım tekniği kadar kullanım tekniği de büyük bir gelişim göstermiştir.

Yaya göre kiriş, bedene ve yaya göre ok seçimi büyük özen gerektiren konulardır. Okun savaşta kullanımından önce eğitim ve yarışma daha önem kazanmış, savaşa bu yöntemlerle hazırlanılmıştır.

Okçuluğa istekli gençler iki ayrı bölümde yapılan eğitimle ok atışına hazırlanırlardı. Bunlar “yer eğitimi” ve “at üzeri eğitim” idi.

Yer eğitimine başlamadan önce boş yumuşak yaylarla yay çekme hareketi yapılırdı. Boş yaylarla gerekli çalışmayı tamamlayan gençler, daha sert yaylar ile kısa mesafelere yapılan atışlarla eğitimlerini sürdürürlerdi. Daha sonra sert yaylarla daha zor hedeflere atış yapılır idi. Bunu duran, kaçan ve uçan canlı hedeflere vurma çalışmaları izlerdi. Bu, eğitim dönemlerinde, ayrıca yarışmalarda da düzenlenirdi.



At üzerinde ok atma eğitimi ise daha zor bir aşamayı gerektirir. Atın hızını, okun hızını iyi ayarlamanın yanı sıra çok iyi nişan alma, atı sadece mahmuzlarla ve dizginsiz olarak istenilen biçimde yönlendirme ve ata gerektiğinde yumuşaklık, gerektiğinde hız verme ile sağlanır. Yerden atın üzerine sıçrama, atı hemen hızlandırma, at üzerinde kurulmamış yayı at hızla koşarken kurma ve yine at üzerinde okları hareket halindeyken teker teker hedefe atıp vurmak, çok üstün eğitim ve yetenek isteyen seri hareketler dizisi idi.

At üzerinde okçuluğun temel eğitimi için şu nitelikler şarttı: Çok iyi ata binmek, yer eğitiminde çok başarılı olmak, at hızlı giderken yay kurabilmek, hareket halindeki atla ön taraftan arkaya dönerek bu dönüş açısı içerisindeki özellikle hareketli hedefleri vurmak ve üzerine atılan oklardan korunabilmek için atın değişik yerlerinde bedenini gizleyebilmek.

Bu yüzden, at üzerinde okçuluk çok zor bir uğraştır ve âdeta bir sanattır. Tarihteki Türk atlı okçuları, dört nala giderken eyer üstünde dönüp arkaya ok atarak hedefe tam isabet ettirme ustalıklarıyla tanınmışlardır. Uluslararası literatürde "Part Atışı" olarak isimlendirilen at üzerinde geriye doğru yapılan ok atışının en başarılı ve en ünlü uygulayıcıları Türkler olmuşlardır.

Part Atışı


Türk kahramanı Tarkanların tolgalarına şahin tüyü takma hakkı yalnızca Part atışını başarılı bir şekilde uygulayabilenlerine verilmiştir.
Türkler at üzerinde ileri, geri ve yanlara ok atma konusunda o kadar uzmanlaşmışlardır ki Anna Komnena bu konu hakkında şöyle demiştir:

"Bir Türk kovalamaya geçmişse, düşmanını ok atarak haklar. Kendisi kovalanıyorsa, okları sayesinde üstün gelir. Fırlattığı ok uçarak ata veya atlıya saplanır. Ok çok güçlü bir elle gerilmişse, gövdeyi delip geçer. Türkler gerçekten çok usta okçulardır.”

Vur-kaç, sahte geri çekilme ve düşmanın etrafını sarma gibi taktikler Türk atlı okçularının kullandığı ve birçok zaferde kilit rol oynayan taktiklerdir. Türklerde oklar belde ya da atın eğerine takılan özel torbalarda taşınırdı. Bu torbalara "Okluk" denirdi.







Yuyak’da ve Kuray kurganlarında bulunan bazı ok uçları, Osmanlı döneminde, “Çavuş oku” denilen ve havada giderken ıslık çalan oklarla hemen hemen aynıdır.
Savaşta kullanılan işaret okları gece ve gündüz karşı tarafta bulunan ya da atılıma hazır bekleyen Türk askerlerine uyarı anlamında kullanılırdı.

İşaret okları havada giderken farklı sesler çıkarır. Kurbağa sesi veren işaret okunun temren bölümünün önünde bir delik ve içeriye doğru genişleyen bir kanalı vardır. Bu kanal içinde bilye tipinde küçük bir kemik parçası bulunur. Bu ok, “hücum için hazır ol” komutu anlamında kullanılırdı.
Düz ıslık sesi veren işaret okları “hücuma geç” için kullanılırdı.

Kesik kesik ıslık çalan işaret okları da, gözcülerin görevde olduğu ve askerlerin dinlenebileceği anlamında kullanılırdı. Ok yaydan çıktıktan sonra, yere düşene kadar kesik kesik ıslık çalardı.




Tarihte pek çok kavmin kullandığı bu "çavuş oku" adı verilen ıslıklı okun mucidinin Mete olduğu kabul edilir.


Mete Han, babasının emrine verdiği 10.000 atlı savaşçıyı bu oklarla donatmış ve eğitmiştir. Çin kaynaklarına göre Mete Han eğer okunu bir yöne yöneltirse, emrindeki askerlerin hepsi aldıkları eğitimle o hedefe ok atarak hemen yok ederdi.

Bir gün okunu en sevdiği atına çevirdi. Askerlerinden bazıları tereddüt etti. Bunun üzerine okunu sırayla tereddüt edenlerin üzerine çevirdi. Atına ok atmakta tereddüt eden askerlerinin hepsi atılan oklarla öldürüldü. Böylece küçüklükten beri oynadığı okunu hedefe çevirme oyunu emirlerinin tartışılmazlığını da perçinledi.

Bir gün emrinde demir disiplini ile yetiştirdiği 10 bin askeri varken okunu ava çıkan babasının üzerine çevirdiğinde askerlerinden hiçbiri tereddüt etmemişti.





Türklerde ok ve yay sosyal hayatta değişik anlamlarda da kullanılırdı. Eski Türklerde, "Akika" adı verilen bir ok atma töreni vardı. Buna, "Sehmi itizar" da denirdi. Bir oba halkından biri barış günlerinde karşı obadan birini öldürürse, onun da, öldürülmesi gerekirdi. Ancak, iki oba ileri gelenlerinin uzlaştıkları durumlarda, bir meydanda ok atışı yapılırdı. Öldürenin oku, karşı oba ileri gelenlerinin istediği yere düşerse, ölüm cezası da düşerdi.

Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lûgati’t-Türk adlı eserinde, okun aynı zamanda "Pay" anlamına geldiği belirtilir. Yüzyıllar boyu süregelen bu gelenek, Anadolu Türklerinde de benimsenmiştir. Mesela, bir tarlanın paylaşılması için bir ok eşit parçalara ayrılır ve pay alacaklara yumurta, renkli taş gibi birer nişan verilir. Bir yabancıdan da nişanların tarla bölümlerine konulması istenir. Kimin nişanı hangi parçaya rastlarsa o bölüm onun olur ve buna "Ok deydi" denirdi. Daha sonraları Anadolu Bektaşileri de aynı yöntemi uyguladıkları gibi koyun, ya da öteki büyük baş hayvanların paylaşılmasında da, ok atışlarından yararlanılırdı.

Garipname adlı eserinde Aşık Paşa, Türk alpinin özelliklerini açıklarken, altıncı şartın; ok ve yaya sahip olmak ve bunları iyi kullanmak olduğunu söyler. Dede Korkut Hikâyelerinde bir Türkün alp, yâni kahraman olabilmesi için, uçan kuşları ok ile düşürmesinin de şart olduğu belirtilir. Bamsı Beyrek destanında Bamsı Beyrek, evleneceği kızda aradığı özellikleri sıralarken, birçok savaş becerisinin yanında katı yayları çekebiliyor olması gerektiğini dile getirir.





Okçuluktaki töre ve semboller, daha sonra Selçuklular’da da devam etmiştir. Selçuklular Anadolu’nun kapılarını Türklere açmışlardır. Bunu sağlayan, önemli oranda Selçuklu atlı okçularının becerileri olmuştur. Dönemin tarihçileri onları “çok etkili, sürekli yer değiştiren ve uzun menzilli silahları olan birlikler” olarak tarif eder. Selçuklular, düşmanla temas halinde olmaktan, yakın dövüşe girmekten ziyade, atlı okçuluk becerisine dayanan, şimşek hızıyla yapılan “vur-kaç” stratejilerini tercih etmiştir. Malazgirt savaşında okçuların tirkeşlerinde, sadaklarında, hatta çizmelerinin konçları içinde 100 civarında ok taşıdıkları bilinmektedir. İlk Haçlı seferinde Selçuklu ordusunun Haçlılarla yaptığı bir savaşta da Haçlı şövalyeleri 3 saat süren kesintisiz ok saldırısına mâruz kalmıştır.

Büyük Selçuklular 1040'da Dandanakan zaferini kazanınca, komşu ülkelere gönderdikleri fetihnâmelerin başında eski Türk hâkimiyet sembolü olan ok ve yay işaretleri vardı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu Sultanı Tuğrul Bey, özel mektuplarında, ok ve yayı tuğra olarak kullanıyordu. Divan edebiyatında ise ok sevgilinin kirpiklerine yay da kaşlarına benzetilir.

“Türkçedeki okumak fiili ok kelimesinden gelir; şu bildiğimiz, yayla atılan ok'tan. Ok'la okumak arasında mutlaka anlamlı bir ilişki vardır. Büyük Selçuklular, mektupların başına hâkimiyet alâmeti olarak ok-yay işareti koyarlardı; tuğra belki de bu damgadan doğmuştur… Göktürk alfabesinde de ok şeklindeki harf, "ok" sesi verir…

2. Mahmut, 3. Selim gibi okçuluğa çok meraklı ve İstanbul'da en fazla nişan taşına sahip olan padişahtır… Kasımpaşa-Hasköy kıyı şeridinin kuzeydoğusundaki sırtlarda yer alan Okmeydanı, Fatih'in yâdigârı hârika bir spor alanıydı ve mâhir okçuların rekorlarını gösteren nişan taşlarıyla bezeliydi. Bir vakıf arazisi olmasına rağmen Vakıflar tarafından göz yumulunca gecekonducular tarafından istila edilip mahvedilen bu meydan, Şinasi Acar'ın ifadesiyle, "eğer korunabilseydi, dünyada eşi olmayan 550 yıllık bir Açıkhava Müzesi olarak uluslararası uzun mesafe okçuluk yarışmalarının yapıldığı bir merkez hâline getirilebilirdi…" * Beşir Ayvazoğlu.

Eski Türklerde ok gönderilmesi çağırma anlamına gelirdi. Gazneli Mahmud’un Arslan Yabgu ile yaptığı ve Râvendî’nin, Rahat-üs-Sudûr ve Ayet-üs-Sürûr adlı eserinde aktarılan ünlü konuşma bunun belli başlı delillerinden biridir. Bu “davet etme” geleneği halen Anadolu’da varlığını sürdürmektedir. Kasaba ve köylerde düğün gibi sosyal olaylara davet için düğün sahibinin davetlilere gönderdiği mendil, eşarp, kuruyemiş, sabun vs. “ok” kelimesinden türemiş “okuluk” ve “okuntu” gibi kelimelerle ifade edilir.


Fotoğraflar:talimhaneokculuk.com/ bilinmeyenturktarihi
__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
9 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 12.02.2015, 13:07   #2
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu




Barış Balkancı Bey'in Kepaze Yayı



Bu yaylar ile ok atılmaz, sadece boş çekiş yapılır. Kepaze yayları ok atmak için kullanılan yaylardan çok daha zayıf ve kötü görünüşlü yaylardır…

Yayın iki ucunu birbirine bağlayan ipe “çile” denilir. Okçuluk tâlimlerine yeni başlayan “kepazekeş” öğrenci, bitmek bilmez “çile çekme” idmanlarını tamamlamadan, eğitiminin bir sonraki aşamasına geçemez. Okçuluk eğitiminin çok sıkıcı ve zor olabilen bu safhasına çile çekmek de denilir. Tasavvufta da “çile çekme” kavramı vardır… “Kemankeşe bir söz yeter…” İcâzetli bir kemankeş olmak Osmanlı kültüründe hatırı sayılır bir itibar sağlardı. Ayrıca, maneviyatla birleşen bir okçuluk eğitimi, okçuyu (kemankeş) aynı zamanda güzel ahlâk sahibi yapar ve güvenilir biri haline getirirdi.
...

Kepaze hakkında daha fazla bilgi almak için Barış BALKANCI Bey'le yaptığımız söyleşide, Barış Bey'in anlattıkları;

''
Kepaze aşamasını günümüzde fitness gibi görenler çıkıyor. Kepazeyi ağırından çekince yüksek libreli yaylara hemen geçebileceklerini sanıyorlar...

Halbuki kepaze ile çalışmak, kasların okçuluk için şekillenmesi demektir..

Bakınız kıssadan bir hisse anlatayım:

Osmanlı'da, İstanbul dışında yaşayan biri okçuluğa gönül veriyor. İstabul'a gelip en sert yayı yaptırıyor, en güzel oklardan satın alıyor. Daha sonra Okmeydanı'na gidip kendini tanıtıyor.

-Çok sert bir yayım ve oklarım var sizinle yarışmak istiyorum, diyor Okçular tekkesindeki okçulara.

Onlar da kabul ediyor ama bir ders vermek için. Aralarından en hafif yayı çeken bir okçu seçiyorlar ve yabancı ile yarışmasına izin veriyorlar. Daha ilk atışta o katı sert yayı çeken okçuyu geçiyor en yumuşak yay ile ok atan...

Bunun üzerine yabancı Okçular tekkesine girmek ve iyi bir okçu olmak için Tekke'den izin istiyor, çok çalışarak tekkeye giriyor ve iyi bir okçu oluyor....

Diyeceğim şudur:
Kepaze aşaması okçu için bir ilk adım oluyor, ilmiyle başlanırsa , bilerek yapılırsa iyi yerlere varılabilir. Tam tersi yanlış başlanırsa düzeltmesi çok zor olur...

Sert bir kepaze çekmek, kasları güçlendirmek daha sonra da sert yayları çekmek, talibi okçu yapmıyor. Burada önemli olan kasların okçuluk için şekil alması. Tam tersi kasları kepaze ile zorlamak, kasların yanlış şekillenmesine ve ileride yay çekerken düzeltilemez yanlış yay çekişlerine yol açıyor...

(Dilaver'in, Barış Balkancı Bey'le okçuluk üzerine sohbetinden alıntılanmıştır. 07.02.2015)
.....




Ok-yay yapımı ve okçuluk Osmanlı Türklerinde daha büyük bir gelişim göstermiş ve daha büyük anlam kazanmıştır. Okçuluk Doğu menşeli ulusların hiçbirinde Türklerdeki kadar süreklilik arzetmemiş ve Türkler kadar başarıyla devam ettirilmemiştir. Türklerin okçuluk alanındaki başarısı, sadece atış üstünlüğünde değil, bu üstünlüğü sağlayan araçların, ok ve yayın özelliklerine ve kalitesine de dayanıyordu.

Dede Korkut Kitabı'nda; Türkmen gençlerinin boş vakitlerini ok atıştırmakla geçirdikleri, kuvvetlilik iddiasındaki yiğitlerin ok yarıştırmak yolunu seçtikleri, düğün eğlenceleri sırasında damat ve arkadaşlarının ok koşusu düzenledikleri, evlenen bir yiğidin bir ok atıp, okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu ve düğün eğlentileri sırasında da damat ile arkadaşlarının ok atıştıkları yer alır.

Eskiye uzanan bu âdetler, Osmanlıların ilk dönemlerinde de devam etmiştir. Uç beyliklerinin askerî gücünü "Alp" ya da "Gazi" denilen akıncılar teşkil ediyordu. Bunlarda aranan dokuz şarttan ikisi, iyi bir ata ve iyi bir yaya sahip olmak idi. İyi ata binmek, at üstünde isabetli ok atışları yapmak gibi, Türkistan'dan getirdikleri eski gelenekleri korumakta idiler. Alplik ve kahramanlık Türk spor geleneğinin temeli olmuştur.






Türk okçuluğu, İstanbul'un fethinden sonra, pâyitahtta ve Osmanlı Devleti'nin belli başlı illerinde yeni bir ivme kazanmıştır. Osmanlı Devleti'nin sınırlarının genişlemesinde ve kazanılan yerlerin korunmasında, ordu bünyesindeki atlı ve yaya okçu birliklerinin önemli bir yeri vardı. Bu önem Yeniçağ'da, ateşli silâhların orduda resmen kabulüne, hatta daha sonrasına kadar devam eder. Fetihten sonra, yeni bir teşkilat olarak çıkan "spor okçuluğu" da, başlangıçta askerlikle yakın bir ilişki içindeydi. Ünlü okçuların pek çoğu Yeniçeri Ocağı'na mensuptu ve seferlere katılırlardı. Bunlara ok ve yay yapan siviller de, "orducu esnafı" olarak, bu seferlere katılmakla, ordunun yetersiz kalan imalâtını desteklemekle görevli idiler.

Ok ve yay hakkında kısaca şunların bilinmesi gerekir: Okun boyu "gez" olarak ölçülür. Bir gez yaklaşık 66 cm. civarındadır, çeşitli ahşap malzemelerden (çam ağaçlarının kuzey rüzgârı alan kısımlarından) veya bambu kamışından yapılır. Ok ucuna "demren" ya da "temren" adı verilir, kemik veya demirden yapılır. Okun son kısmı olan tüy kısmına da "yelek" adı verilir ve bunun için genelde kuğu, kartal tüyleri kullanılır. Ucunda temreni olan oklara işlevine göre gerektiğinde yelek takılmaz. Yay; Osmanlı yayı son derece teknik, kullanımı kolay, hayli sert (pek) ve kısadır. Yay ipine “çile” denilir ve ibrişimden imal edilir. Yaylar sürekli gergin durumda değildir. Normal durumda çile ve yay gevşek bir şekilde durur, kullanılacağı zaman yay kurulur. Yay terse doğru kurulur ve hayli güç gerektiren bir iştir. Bazı kemankeşler ve güçlü pehlivanlar sert yayları tek kolları ile kurabilmekle övünür.

Geleneksel Türk okçuluğunda kullanılan yardımcı araçlar da okçu yüzüğü ve siperdir.




Üzerinde ''Kayı Boyu Tamgası'' olan Sayın Ahmet Öksüz'e ait zihgir







Okçu yüzükleri genellikle kemikten, fildişinden, boynuzdan ve çeşitli metallerden imal edilir, bazen de kıymetli taşlarla süslenirdi. Osmanlı okçuları, uzun ömürlü ve iyi cilalanabilir olduğundan fildişini tercih ederdi.




Okçunun kabza elinin bileğine ve başparmağına tutturulan bu alet ile daha kısa oklar, daha uzun çekişler ile atılabilir. Siper esas olarak menzil atışlarında kullanım alanı bulmuştur. Siper ile atılan kısa bir ok daha hafiftir, daha yüksek esneme değerlerine sahiptir ve tabii daha yüksek hızlara ulaşır, daha uzağa uçar.






Fotoğraflar: Barış Balkancı / Ahmet Öksüz / tirendaz.com / leatherwall.bowsite.com
__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
9 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 12.02.2015, 13:08   #3
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu





Osmanlı'da ateşli silahların icadından sonra okçuluk, özelliklerini koruyarak bir spor hâlini aldı. Savaşın en önemli uzak mesafe silahı, bir zaman sonra barış zamanlarını temsil eden, kendi ahlâkı, âdâbı hatta kanunları olan bir spor dalı hâline geldi.

Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra bugünkü Okmeydanı çevresini, okçuluk müsabakaları için düzenletti ve okçular tekkesini kurdu. Osmanlı'nın birçok şehrinde bulunan ok meydanları, aslında sporcuların toplandıkları, yemek yedikleri, sohbet ettikleri; günümüzdeki spor kulüplerinin o zamanki ilk örnekleriydi. Yine Fatih'in kurallara bağladığı okçuluk; zamanla “liyâkat, eşitlik, sabır ve erdem”e ulaşmak için bir yol oldu. Yiğitlerin tüm hüneri ve ahlâkı burada görülüyordu. Her şey meydandaydı. Cennetten bir köşe gibi kabul edilen meydanların sınırlarına kimse tecavüz edemiyor, meydana abdestsiz girilmiyor, hatta yağmur duaları bile burada yapılıyordu. Uzun zaman meydan şeyhlerinin sözlü devam ettirdiği kurallar ve fetvalarla yönetilen spor, 1682 yılında kırk kişilik bir kurulun hazırladığı atıcılar kanunu 'kanunname-i rimat' ile yazılı hâle geldi. Bu, dünya spor tarihinin ilk yazılı kanunlarındandı.

Osmanlılar zamânında okçuluk büyük bir önem arzetmiş, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır. Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda okçu birlikleri savaşlarda çok mühim rol oynamıştır. Özellikle Birinci Kosova, Varna, Gazze, Mısır Seferi ve 1521 Belgrad Muhâsarası'nın zaferle neticelenmesinde bu birliklerin payı çok büyük olmuştur. Böyle güçlü birlikler teşekkül ettirebilmek için ok tâlimleri ve müsâbakalarının yapıldığı ok meydanları düzenlenmiştir. İlk olarak Orhan Bey Bursa’da, sonra Yıldırım Bâyezîd Gelibolu’da, Fâtih İstanbul’da gemileri karadan Haliç’e indirdiği yerde ve Yavuz Sultan Selim de Yenibahçe’de ok meydanları inşâ ettirmiştir. İstanbul’daki çok sayıda ok meydanının yanısıra Belgrad, Üsküp, Edirne, Bağdat, Kahire, Amasya, Şam, Diyarbakır ve Cidde gibi daha birçok yerde de ok meydanları bulunuyordu. Bu meydanlarda ok tâlimlerinden başka koşular, pehlivan güreşleri ve diğer atletizm müsâbakaları da yapılırdı.


İstanbul Okmeydanı Gravür

Şüphesiz bu ok meydanlarının en ünlüsü, İstanbul Okmeydanı’dır. İstanbul’un Fethinden (1453) hemen sonra, 2. Mehmet (Fatih) tarafından yerleri sahiplerinden alınarak okçuluk sporuna resmi olarak vakfedilmiştir. Alanın sınırları ve kullanım amacı tecavüzleri önlemek için ayrıntılı olarak belirlenmiş, alan dahiline tırnaklı hayvan sokulması, ölü gömülmesi, ev yapılması, hatta kuş uçurtulması Sultan Fermanı ile yasaklanmıştır.

Tesis, Hıdırellez’de (6 Mayıs) açılır, Kasım’da (Ruz-ı Kasım) kapanırdı. Atışlar ve müsabakalar Pazartesi ve Perşembe günleri yapılırdı. Böylece 48 gün resmi müsabakalar ve çalışmalar için ayrılmış olur, geriye kalan zamanda da sporcular serbest çalışma (meşk) yapabilirlerdi.



3.Selim'e ait menzil taşı

Divan şâirleri usta sayılan okçular için methiyeler, şiirler yazar, rekor sayılan atışlarda nişantaşları dikilirdi. Sultan 3. Selim’in attığı okun düştüğü yere dikilen menzil taşı bugün hâlâ yerindedir. Yavuz Sultan Selim Han'ın önünde ok atan kemankeş için zamânından çok sonra Yahya Kemal’in yazdığı şiir bunların en güzellerinden biridir. İkinci Bâyezîd Han, Genç Osman, Dördüncü Murâd, Dördüncü Mehmed Han, Üçüncü Selim Han, İkinci Mahmûd Han ve Sultan Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar, kabri Ok Meydanı’nda olan Dâmâd İbrahim Paşa, Kemankeş Ali Paşa, Kemankeş Ahmed Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa ve Deli Hüseyin Paşa gibi vezirler, okçulukta zamanlarının şampiyonları idiler.

Daima büyük değer verilen tutulan yaya, ilâhi bir anlam da yüklenir: Yayın üst kolu “iyiliği, temizliği, doğruluğu, güzelliği”, alt kolu da “kötülüğü, bayağılığı, düşüklüğü” simgeler. Yani bir tarafta “ulvîlik”, bir tarafta da “suflîlik” vardır. Kâinatta ve insanın tabiatında bulunan bu iki zıt mefhumu ise kabza birleştirir. Kabzanın ortasına yerleştirilen kemikten bir parça, bütün mevcûdatın ortak özünü, yani vahdet-i vücûdu sembolize eder.



Osmanlı ordusunda ok ve yay kullanıldığı devirlerde, askerlerden çoğu; iyi yetişmiş, usta birer kemankeştiler. Nitekim, 15.-16. yüzyıllarda menzil sâhibi kemankeşlerden pek çoğunun ordu mensubu olduğu görülmektedir. Kuruluşundan 17. yüzyıl başına kadar Osmanlı ordularında ok ve yay, topla birlikte, en etkili uzak mesâfe silâhı olarak önemini korumuştur. 16. yüzyıl ortalarından itibaren ateşli silâhların gelişmesi, ok ve yayın giderek yerini tüfeğe bırakmasına sebep olmuştur. Ne var ki bu durum, ok ve yayın Türklerin hayatından tamamen çıktığı anlamına gelmez. Önemli bir spor dalı olarak, özellikle İstanbul'un fethinden sonra, moral değerleri ayakta tutan kurumlardan biri olarak, varlığını ve etkinliğini 19. Yüzyıl sonlarına kadar sürdürmüştür.




Yeniçağ’da Osmanlı toplum düzeninde teşkilatlanmanın genişlediği ve yeni kurumların ortaya çıktığı görülür. Bir teşkilata bağlı spor okçuluğu da bu yeni kurumlardan biri, kuruluş ve özelliği bakımından en ilgi çekici olanıdır.

Osmanlı toplumunda ilmiyye sınıfı, asker sınıfından, esnaf ve tüccar sınıfı öncekilerden farklı yetki ve sorumluluğa sahipti. Şenlik ve sefer alaylarında bu ayrıma titizlikle uyulurdu. Bunlara ait kurumlardan sadece o sınıfa giren kişiler yararlanabilirdi. Yalnız bir kurum bu kuralın dışında kalmaktadır: Okçuluk. Değişik sınıftan kişiler, hiçbir ayrıcalık gözetilmeden, eşit şartlarla bu kurumda bir araya gelebiliyordu. Böylesi toplum düzenlerinde, bu çok ender görülen bir durumdur.

Esnaf ve zanaatkâr zümresi, Osmanlı düzeninde, sağlam ve köklü bir teşkilâtı olan güçlü bir sınıftı. Gerek kuruluşunda, gerekse güçlü ve disiplinli bir teşkilat haline gelişinde Fütüvvet ve bunun Anadolu’daki devamı olan Ahiliğin önemli bir rolü vardır. Bu durum, teşkilatın kuruluş ve yönetim biçiminde, unvânlarda olduğu kadar, inanç ve töreye bağlılık, meslekî doğruluk, çalışma disiplini, karşılıklı saygı, maddî ve manevî dayanışma gibi konularda da açıkça görülmektedir.

Osmanlı esnaf teşkilâtı içinde, yaycı ve okçular ayrı ayrı loncalar hâlinde ve kendilerine ait çarşılarda toplanırlardı. Diğer esnaf zümreleri gibi, yaycı ve okçular da kanun ve törelere sıkıca bağlı idi, ayrı birer lonca, yine belirli sayıda dükkân vardı. Yaycı ve okçu dükkânları hem imalat, hem satış yeri idi. Bu dükkânların yeri ve işletme hakkı (gedik) sınırlandırılmış olduğundan, her isteyen kişi, dilediği yerde dükkân açamazdı. Her lonca, mensuplarının kendi aralarından seçtiği bir heyet tarafından yönetilirdi. Her esnaf loncası, kendi işini kendisi yürüten ve denetleyen bağımsız birer kuruluştu. Yay yapıp satan esnafa da, keman fürûşân denilirdi.

Okçu ve yaycı esnafının başlıca müşterisi kemankeşler olduğundan, onlarla sıkı ilişki içinde bulunurlar, meydan günlerinde Ok Meydanı’na giderek, sattıkları yaylara ve oklara gereken düzen ve tımarı verir, küçük tâmirleri yaparlardı. Ok ve yay satışı da çoğunlukla bu sırada olurdu. Bâzı okçu ve yaycı ustaları, tanınmış bir kemankeşin hizmetine girer, yalnızca onun için ok ve yay yapar, idman ve atışlarında hep yanında bulunurdu. Rekor kırıldığında, okçu ve yaycıya da ödül verilirdi. Mesela; Tozkoparan İskender, Edirne’deki Deve Kemâl Menzili’nde aşırı atıp rekor kırdığı için, Sultan İkinci Bâyezîd, 11 Cemâziyülevvel 916 (1510) tarihinde Tozkoparan’a bir câme benek ve 3000 akçe, yaycısı İçkoz Ahmed’e ve okçusu Bahtiyarzade Hacı Hasan Çelebi’ye de 500’er akçe ihsan etmişti.

Hicri 1119 senesi Muharrem ayının 11. günü de Okmeydanı’nda yaya koşusu yapılıp üç nefer bostancıya ikişer altın ve at yarışlarına altı zlota verildiği ve Muharremin 15’inde yapılan bir yaya koşusunda iki kişiye ikişer altın mükâfat verilmiş olduğu Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan 2325 numaralı dosyadaki hesap defterinden anlaşılmaktadır”. * Halim Baki Kunter – Eski Türk Sporları Üzerine Araştırmalar. 1938

Atışlar sırasında okçu ve yaycılar da hazır bulunduğundan, kusurları hemen yüzlerine vurulurdu. Bu açıdan okçu ve yaycı esnafı mesleğine, sanatına, işine önem verirdi. Okçuluk ve yaycılıkta, kişi bu sanatı bu işin ustasından, şeyhinden icazet almadan kendi kendine işleyemezdi. Büyük kemankeşlerin özel yaycı ve okçuları bulunurdu; bunlar başkası için ok ve yay yapamazlardı. Hizmetinde çalıştıkları kemankeşin vücut ölçüsünü, atış üslûbunu dikkate alarak ok ve yay yapar, atışlar sırasında tımarını yapıp hazır ederdi. Yayların baş tarafına usta adı ve yapım tarihi yazılırdı. Bu, yaycının kalite üstünlüğü konusunda hem iddia hem de sorumluluk sâhibi olduğunu gösterir.

Okçular ok atarken, sol dizlerini yere koyup sağ dizlerini kaldırır ve “Ya Hak” diye salâ verip oku fırlatırlardı. Abdestsiz ok atmazlardı. Topkapı Müzesindeki bir belgede; 1671’de sâdece Ok Meydanı’nda 3 bin 375 kemankeşin ok attığı belirtilir.



Ok tâlimleri rüzgârın cihetine göre yapıldığından, böyle her rüzgâra mâruz yerler meydan olarak seçilmezdi. Ok meydanlarının bakımı ile uğraşanlara “ihtiyar” denilirdi. Her meydanın üç ihtiyarı olup, baş sorumlu “şeyhü’l-meydan” diye adlandırılırdı. Bunlar aynı zamanda okçuluk tekkesi şeyhliğini de yaparlardı. Şeyhü’l-meydan, kemankeş pehlivanların en kabiliyetli, zeki ve dürüst olanları arasından seçilirdi. Kemankeşliğe yeni başlayanlar ondan müsâade alırlardı. Şeyhü’l-meydan ile menzil ihtiyârı ve mütevelli, meydanın ve okçuluğun bütün meselelerini, ihtilaflarını çözerdi. Burada tâlim yapanların imtihanlarını yaparlar ve gençleri okçuluğa teşvik ederlerdi. 300 metreye ok atabilen okçu, “kemankeş” ünvânını alırdı. Okçuluk tekkesi, her sene altı mayısta ok talimlerine başlamak için açılır, pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere tâlimler altı ay devâm ederdi. Okçular, müsâbakalarına “koşu” derlerdi. Ok Meydanı’na öğleden evvel gelip yemekler yenildikten ve namaz kılındıktan sonra müsabaka başlardı.



Osmanlı okçuluğunun ana disiplininin, Batı dünyasının Türk okçuluğu ile ilgilenmesinin de sebebi olan menzil okçuluğu olduğunu kaydeden Dr. Murat Özveri*; menzil okçuluğunun bir savaş alıştırması olmaktan hayli uzak ve kelimenin tam manasıyla spor amaçlı yapıldığını ifade eder:

“19. yüzyılda Mustafa Kâni Efendi tarafından yazılan Telhis-i Resail-ü’r Rumât’ındilbilimsel incelemesi Joachim Hein tarafından kaleme alınmıştır. Dr. Paul E. Klopsteg ünlü “Türk Okçuluğu ve Bileşik Yay” isimli kitabını yazarken bu eserden yararlanmıştır. İyi bir okçu ve titiz bir bilim adamı olan Klopsteg’in, Hein’ın çalışmasındaki okçuluk ile ilgili bazı teknik yanlışlıkları düzelttiği de söylenmektedir. Sonuç olarak Dr. Klopsteg’in kitabı, Batı dünyasını gözlerini Osmanlı okçuluğuna çevirmiştir.



Telhis-i Resail-ü’r Rumât, kendisi de mükemmel bir okçu olan Sultan II. Mahmud’un emriyle, sultanın Kahvecibaşı’sı olan Mustafa Kâni Efendi’ye yazdırılmıştır. Kitap sultana el yazması olarak sunulmuş ve birkaç yıl sonra 1847 de İstanbul’da bastırılmıştır. Kitap okçuluk, yay ve ok yapımı hakkında ayrıntılı bilgi ve hatta çizimleri içermektedir.
Menzil atışları çok iyi belgelenmiştir. Her atış doğrultusu veya “menzil”, biri okçunun atış yaptığı noktaya dikilmiş “ayak taşı” ve diğeri atış doğrultusunu belirleyen “menzil ana taşı” olmak üzere iki taş ile belirlenirdi.. Rekorun kabul ve tescili, atışın ayak yerinde ve hava yerinde (okun düştüğü yer) en az ikişer tane olmak üzere dört şahidin huzurunda yapılması ile mümkün olurdu. Ulaşılan mesafeler “Tekke Sicil Defteri”ne yazılmakla kalmayıp, atışın tescili ve anısına taş dikilirdi.



Rekoru kıran kemankeş bir menzil taşı yaptırarak okun düştüğü yere diker ve adını ölümsüzleştirirdi. Ekonomik durumu yetersiz olduğundan veya sefere çıkıp şehit düştüğünden taşını diktiremeyen kemankeşler olmuştur. Bu gibi durumlarda, kemankeşlerin aralarında para toplayıp arkadaşlarının anısını mermere kazıttıkları, taşını diktirdikleri bilinmektedir.






[

165 ila 250 metre mesafeden “puta” denilen özel deri hedeflere ok atmaya puta atışı denirdi. Puta, içi pamuk tohumu ve talaş doldurulmuş şekli kabaca armudu andıran yaklaşık insan gövdesi büyüklüğünde deri hedefler kullanılırdı. Risalelerde, sepet şeklinde putalar da olduğundan bahsedilmektedir. Yüzeyinde hedef vazifesi gören renkli işaretler ve eteklerinde okun putaya çarpmasıyla ses çıkaran küçük ziller olurdu.



İstanbul’daki Askeri Müze’de sergilenen bir putanın ölçüleri 107 cm X 77 cm’dir.




Hedef okçuluğunun bir başka çeşidine “darb” denirdi ve sert nesneleri delmeye yönelik bir disiplindi. Bu, düşmanın zırhını delme becerisi kazanmayı amaçlayan, savaşla ilgili bir pratikti. Bileşik (kompozit) yayın zırh delici özelliği her zaman tartışma konusu olmuştur. Özellikle de Ortaçağ’ın son dönemlerinde ve Yeniçağ’ın başlangıcında yaygın olan plaka zırhlar söz konusu olduğunda. Avrupa merkezcil tarih yazıcılığı, her zaman İngiliz Uzun Yayının Yüzyıl Savaşları’ndaki askerî başarısının altını çizme eğilimindedir. Şu ya da bu şekilde, bileşik yaylı bozkır medeniyetlerinin askerî başarıları görmezden gelinmiş, yenilgileri ise abartılarak aktarılmıştır.

Ancak bileşik yayın zırh delici özelliğinin yetersiz olduğu bir hurafeden ibarettir. Bu gerçek ilkin Romalılar ve Sasaniler tarafından farkedilmiştir. Hunlar 5. yüzyılda bu iki imparatorluğu fethettiğinde Persler ve Romalılar ordularının her ikisinde de plaka zırh kuşanan ağır suvariler vardı (clibanarius ve cataphractos). Hatta Romalı piyadeler koruma olarak iki kat zincir zırh kuşanır ve ağır meşe kalkanları taşırdı. Her iki devletin orduları da, Hunların, zırhlarını delmekte zorlanmadıklarını gördü. Bu, Hunların uçbükümlü kompozit yayları sayesinde olmuştur. Ve en mükemmel Asya bileşik yayının, yani Türk yayının gücüne belki de en iyi Habsburg’lar tam anlamıyla tanıklık etmiştir. Feld Mareşal Monteccucoli’nin anılarında; Kont Marsigli’ nin de 1682 ‘deki Osmanlı ordusu hakkındaki detaylı raporunda, Habsburg Ordusu, Osmanlı okçularına karşı dikkatli olmaları gerektiği konusunda uyarılmıştır, çünkü Türk okları Avusturya Curiassiers’lerinin plaka zırhlarını kolayca delebilmekteydi.



]

At üstünden hedef okçuluğu da bir başka önemli disiplindi. Atlı okçuluk 14. ve 17. yüzyıllar arasında çok yaygın olmuştur. Bu dönemde en yaygın atlı okçuluk uygulaması “kabak oyunu” olmuştur. Sırf bu oyuna ayrılmış alanlar (Kabak Meydanı) bile tahsis edilmiştir. Hedef, okçunun atını dörtnala üzerine sürdüğü yüksek bir sütunun tepesine yerleştirilirdi. Okçu, sütunun yanından hızla geçer, sonra da at üstünde dönüp hedefi vururdu. Kabak oyunu sadece savaşla ilgili bir alıştırma değildi, aynı zamanda okçuluk ve binicilik becerilerinin sergilendiği bir gösteriydi.



Kabak Oyunu

Bu hünerleri padişahların da gösterdiğine bir 16. yüzyıl minyatüründe rastlıyoruz. Sultan 2. Murad at üstünde dolu dizgin giderken, yüksek bir direğin üzerindeki altın kabağa birkaç ok atıyor.



Onyedinci yüzyıl gezginlerinden Du Leoire Üsküdar’daki sarayda ağırlanırken, Sultan 4. Murat tarafından ok ve mızrak ile delinmiş yarım parmak kalınlığındaki metal levhaları, sergiledikleri odada gördüğüne anılarında yer vermiştir.”


Fotoğraflar: yeniokmeydani.com
__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 12.02.2015, 13:08   #4
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu



Okmeydanı’nda atış yapabilmek resmi izinlere bağlı idi. Bunun için ya lisanslı atıcı olmak ya da bir ustadan ders alıyor olmak olmak gerekirdi. Ok eğitimi alamayacak ve ok atma bilgisi kendisinden saklanacak olanlar ise geçmişi belirsiz olanlar, ölçüsüz ve dengesiz davranışlarda bulunanlar, aptallar ve ruh sağlığı yerinde olmayanlar şeklinde, açıkça belirtilmiştir.

Eğitime başlayan kimsenin tam bir atıcı olabilmesi için uzun süren eğitimini tamamlaması ve sonunda pişrev oku ile 900 gez mesafeye (yaklaşık 594 m. 1 gez = 66 cm) ve azmayiş oku ile de 800 gez mesafeye ok düşürebilmesi gerekiyordu. Bunu başarabilen adaylar, büyük bir toplu merasimle usta lisanslarını alırlar ve sicil defterine kaydedilirlerdi.

Lisans sahibi usta atıcılar “kemankeş” olarak adlandırılırdı ve aralarında uzun mesafeye veya hedefe atış yarışmaları yapabilirlerdi. Bunun yanında atıcılar kurumu başkanının izniyle meydanda yeni menzil açma ya da mevcut menzillerden birinin rekorunu kırma denemelerinde bulunabilirlerdi. Fakat bu iznin çıkması çok kolay olmazdı. Atıcının bu izni talep edebilmesi için kemik uçlu ve hafif “pişrev” oku ile 900 gez (594 m), ucuz kemik uçlu "yeksüvar" oku ile 850 gez (561 m), uzun yelekli “heki” oku ile de 800 gez (528 m) mesafeye atış yapabildiğini şahitler ve yetkililer nezaretinde onaylatmış olması gerekirdi.

Ardından kurum, önce yeni bir menzile gerek olup olmadığına bakardı. Karar verilirken açılacak menzilin gelişmesinin meydanın topoğrafyasına uygunluğu, başka menzillerle karışma ihtimali vb. parametreler göz önünde bulundurulurdu. Eğer tüm şartlar sağlanmışsa gerekli izin çıkardı.



Kemankeşlik eğitimi ve sonrasında yapılan antrenmanlara genel olarak “meşk” denir. Meşklerde asıl amaç vücudun sınırlarını zorlamak ve bu sınırların nerede bittiğini bilebilmektir. Menzil rekoru kırmak vb. maksatlı ciddi meşkler bir seneden üç seneye kadar sürebilmektedir. Bu süre sonunda atıcı (kemankeş, tirendaz, okçu), formunun zirvesinde olabilecektir.

Acemi okçular idmana kepaze ile başlar. “Kepaze” denilen yumuşak yay ile ok atmaksızın kiriş düzenli aralıklarda çekilip bırakılır. Bu esnada ayaklar yere sağlam basmalı ve baş sola çevrilmelidir (sağlak yay çekenler için). Kepazede amaç çekiş alışkanlığı edinmek ve kasları kuvvetlendirmektir. Sağ elin parmaklarını nasır ve yaradan korumak için, kirişin tutulan yerine pamuk veya bez sarmak yerinde olacaktır.

Günde 50 çekişten başlayan kepaze, daha sonra 500 adede kadar çıkarılmalıdır. Burada asıl nokta aceleci davranmamak, kasları sakatlanmaya neden olacak şekilde zorlamamaktır. Aksi takdirde tüm okçuluk sporu hayatını etkileyen kalıcı bir sakatlık kaçınılmaz olacaktır.
Kepaze bitiminde, ok gezlemeyi ve atış yapmayı öğreten torba ve hava gezi idmanları gelecektir. Kapalı alanlar için daha uygun olan torba gezi antrenmanında, içi talaş veya pamuk çekirdeği ile doldurulmuş torbalara, 45 derece eğik açı ile yakın mesafeden atışlar yapılır.

Hava gezi ise yeleksiz ve temrensiz/soyasız kalınca oklarla yapılan atışlardır. Daha çok açık alanlar için uygun bu atışlarda da amaç oku düzgün atmaktır. Hava gezi 30 gün süre ile sabah 150, akşam 150 olmak üzere günce 300 atış şekline yapılır. Bu antrenmanda menzil atışına ait uygulama ve incelikler öğrenilmiş olmalıdır.

Yeterli meşk süresi sonunda kemankeş adayları atışlara yumuşak yaylardan başlamalı, kademeli olarak yaylarının kuvvetini artırmalıdırlar. Bu esnada sıkı antrenman programı hiçbir zaman terk edilmemelidir. Yapılabilecek en basit antrenman, sabah uyanır uyanmaz çekilen 66 adet kepazedir.

Tecrübeli kemankeşler için ise herhangi bir menzil atışı öncesinde meşkin ortalama 12000 kepaze, 6000 torba, 3000 hava gezi ile dolduğu kaydedilmiştir.

Meşkler esnasında sporcuların ellerini soğuktan koruma maksatlı eldiven giydikleri de kaydedilmektedir. Ayrıca meşklerde havacıların (hakemlerin) bulunması çok yardımcı olurdu. Çünkü bu hakemler tıpkı birer antrenör gibi sporcuyu yönlendirir, atışlarındaki hata ve sapmaları haber verirdi.

İstanbul’da 45 kadar talimhane bulunuyordu. Talimhane esnafı buralardan aldıkları ücretle geçimlerini sağlardı. Sultan 3. Murat devrinde, 1582 yılında At Meydanı’nda düzenlenen ve geceli gündüzlü 57 gün süren sünnet düğününde, yaycı ve okçu esnafı da esnaf loncaları arasında şenliğe ve geçit törenlerine iştirak etmişti.

Sultan Ahmet’in dört oğlunun sünneti dolayısıyla, 1720 yılında yapılan düğün için, Ok Meydanı tahsis olunmuştu. Düğünün 14. günü esnaf alayının geçidinde, meydan kendilerinin olduğu için, geçide kemankeşler, okçular ve yaycılarla başlanıldı.

Sultan 4. Murat devrindeki büyük esnaf alayının geçişinde; önde şeyhleri olmak üzere, okçu ve yaycı esnafı, atlar üzerine kurdukları küçük dükkanlara ok ve yaylarını dizerek, unsurlar ve ihtiyar atlı, şakirdler yaya olarak geçmişlerdi. Tirendaz ve kemankeşler ise, şimşir kütüklere nişan atarak, havaya attıkları okları düşerken yakalayarak ve buna benzer hünerler göstererek geçmişlerdi.

Güneşli bir nisan günü vezir, molla, ağa, bey takım takım herkes atış için meydana toplanmıştı. Atışları Yavuz Sultan Selim Han da seyrediyordu. Herkes menziline oku fırlatıp, hedeflerini vurduktan sonra, sıra İhtiyar Bektaş Subaşı adlı kemankeşe gelmişti. Bektaş Subaşı önce 'şevkınıza' diyerek seyredenleri selamladı. 'Kuvvet ola' diye karşılık aldı. Dizlerinin üstüne çöktü. 'Ya Hak' diye yayına sarıldığında, sultanın önünde titreyen ellerine kuvvet geldi. Yaydan şimşek gibi fırlayan ok, hedefin kalbine saplandı. Bu kutlu günü Yahya Kemal 'Ok' şiirinde anlatmıştı. İhtiyar Bektaş Subaşı'nın oku, bugün hâlâ Okmeydanı'ndadır.


Rekorları Parçalayan Türkler

Târihte meşhur kemankeşlerin menzil dereceleri (Bir gez 66 cm) şöyledir:

Tozkoparan İskender 1281 gez (845,4 m)

Arap kemankeş 1124 gez (741,8 m)

Subaşı Sinan 1109 gez (731,9 m)

Havandelen 1235 gez (815,1 m)

Kazzaz Ahmed 1037 gez (684,4 m)

Benli Karagöz 1161 gez (766,2 m)

Deve Kemal 1205 gez (795,3 m)

Çullu Ferruh 1223 gez (807,1 m)

Kaptan Sinan 1232 gez (813,1 m)

Bursalı Şüca 1271 gez (838,8 m)

Solak Bali 1239 gez (817,7 m)

Parpol Hüseyin Efendi 1207 gez (796,62 m)

Mîr-i Alem Ahmed Ağa 1271,5 gez (839,18 m)

Sultan 2. Mahmud 1228 gez (810,48 m),

Peşrev okuyla 900 gezden (1 gez: 66 cm.) uzak menzil atıp 'büyük kabza' alan kemankeşlerin adları, 1682'den 1891'in 27 Ağustosu'na kadar bir sicil defterine yazıldı. Son gün kabza alan altı kemankeşle sayı 3375'i bulmuştu. Menzil atışları dışında nişanı vurma (puta atış) ve darp vurma (sert cisimleri delmek) da yapılırdı. Günümüz teknolojisinin yaptığı oklar ancak 250-300 metre uzaklığa düşebilirken, Osmanlı'da kabza alabilmek için en az 900 gez (594 m.) menzile atmak gerekiyordu. Bunun sırrı en az on yıl bekletilip işlenen Akçaağaç ve Kızılcıktan imal edilen yaylar, Kaz Dağları'nda yetişen çamlardan yapılan oklar ve bunları yoğuran ustaların bilgilerinde gizliydi. Kırılamayan rekorların başında ise 1281,5 gez (yaklaşık 845,4 m.) mesafeli Tozkoparan İskender'in gündoğusu menzili geliyordu.

Okçular, kullandıkları âletlere hürmet ederler, tâlim veya müsâbakalardan sonra yay ve oklarını tekkedeki dolaplarına koyarlardı. Okçuluk tekkeleri iki odadan müteşekkil olup birinde sohbet edilir diğerinde ise yemekler yenirdi. Okçuluk sporunun ve tekkelerinin kendilerine âit kuralları olup, bunlara riâyet etmeyenler, kemankeşlikten men edilmeye kadar varan birçok müeyyidelere tâbi tutulurlardı. İstanbul, Edirne, Bursa gibi pek çok şehirde ok îmâlâtçıları büyük çarşılar hâlinde toplanmışlardı. Osmanlı ordusunun ok ihtiyâcını cebeci ocağı karşılamakta, bu ocak tarafından îmal edilen oklar sandıklarla savaş meydanına götürülüp burada kemankeşlere dağıtılmaktaydı. Pâdişâhı ise, dört yüz okçu muhâfaza ederdi. Osmanlının son zamanlarına doğru özellikle ateşli silahların kullanımının yaygınlaşmasıyla okçuluk savaş sahalarından çekildi. 2. Mahmut zamanında menzil okçuluğu popüler olduysa da o da zamanla önemini yitirdi.


Rekorların sırrı

Priscilla Mary Işın Osmanlı okçularının atış rekorlarının Avrupalı okçular tarafından yakın yıllara dek kırılamamasının sebebini, Türklerin kullandıkları bileşik yaylara bağlar: “Yapımı 5 ile 10 sene arasında süren bu yaylar, tabakalar hâlinde tahta, boynuz ve sinirden oluşuyordu. Ayrıca bu yaylar ‘refleks’ yapılıydı, yani kirişi takılı olmadığı zaman ters dönerdi. Ok Meydanı’ndaki nişan taşlarında kayıtlı rekorların en uzunu, 3. Selim’in 1798 yılında yaptığı 888 metrelik atışıydı. Bu inanılmaz rekorları merak eden Batılı okçular 20. yüzyılın ilk yarısında Türk okçuluğu ile ilgili bilimsel araştırmalara giriştiler. Onların çalışmaları temel alınarak yeni geliştirilen yaylar sayesinde modern okçular nihayet 1977 yılında 3. Selim’in rekorunu kırmayı başardılar. 1933 yılına kadar dünya rekoru, Türk yay takımı kullanan Ingo Simon’a aitti. Simon 422 metrelik atışını 1914 yılında yapmıştı.

Okçuluk, savaş sahnesinden tamamen çekildikten sonra Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de bir spor olarak yaşadı. Özellikle 3. Selim ve 2. Mahmud okçuluk sporuna meraklı idiler. Onların zamanından sonra ilgi azalsa da geleneksel yay yapımı Osmanlı döneminin sonuna kadar sürdürülmüştü.

Süheyl Ünver, tıp öğrencisi olduğu yıllarda (1915-1921) İstanbul’un son ok ve yay dükkanını Okçularbaşı semtinde gördüğünü anlatıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, belki bu dükkanın sahibi olan son yay ustası, İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Okulunda öğretmenlik yapmıştı. 1928 yılında kendisiyle görüşen Amerikalı koleksiyoncu Cameron Stone’a (1859-1935) bu ustanın artık yay imal etmeyip eski yayları tamir etmekle meşgul olduğunu söylemişti.


İngilizler’i şok eden Mahmud Efendi

İngiltere’de ok atış rekoru 310 metre iken Londra’da yaşanan ilginç bir olay, Türk okçuluğuna dikkat çekmişti. 1794 yılında Osmanlı Büyükelçilik sekreteri Mahmud Efendi, İngiltere Okçuluk Derneğinin üyeleri önünde 423 metrelik bir atış yapmıştı (bazı kaynaklara göre bu mesafe 440 metre idi). İngiliz okçular bu atışa şaşırdıkları hâlde Mahmud Efendi, kendisinin formda olmadığını, yayının kullanılmamaktan sertleştiğini, ayrıca da kendisinin çok iyi bir okçu olmadığı için bunun olağandışı bir atış olmadığını söylemişti. Mahmud Efendinin yayını çekmeye çalışan İngiliz okçulardan hiçbiri onun kadar çekemedi. Mahmud Efendi, yayı ve aksamını (siperi ve okçu yüzüğü) İngiltere Okçuluk Derneğine (Royal Toxophilite Society) bağışlamış fakat bunlar yüz yıl kadar saklandıktan sonra kaybolmuştu. Ayrıca atışı ile ilgili olarak şahitlerin imzalarını taşıyan kayıt tutulmuştu, ancak bu kayıt da günümüze gelmedi. Kaybolmadan önce Mahmud Efendinin yayını bir çok kez inceleyen okçu Ingo Simon yayın deri kaplı olduğunu söylüyor. Priscilla Mary Işın, “Türk Okçuluk Araştırmaları ve Paul E. Klopsteg (1889-1991)”, Türkoloji Dergisi, Yıl 1, Sayı 1, Ocak 2009





Okçuluğun, Osmanlı İmparatorluğunda Yeniçağ`dan itibaren sportif aktivite olarak yapıldığını belirten Dr. Murat Özveri, bu bakımdan Osmanlılar’ın bütün Orta Doğu ve Avrupa milletlerinden bir yüzyıl kadar önde olduğunu vurgular:

“10. ve 11. yüzyıllarda Anadolu`nun Türkleştirilmesi sürecinde gazâ misyonu ile ilerleyen gazi-derviş ordusunun savaş sanatı olan okçuluk; ateşli silahlar savaş alanlarında ön plana çıkmadan, bu topraklarda katışıksız bir sportif aktivite olarak uygulanmaktaydı.

Çok zengin tarihi ve felsefi bir arka planın yanı sıra Türk okçuluğu, Asya yaylarının en gelişmiş olanını yapacak teknolojiyi de geliştirmeyi başarmıştı. 17. yüzyıldan sonra menzil okçuluğuna yoğunlaşan Türk kemankeşlerinin (okçularının) arkasında, gerekli teçhizatı üreten hatırı sayılır büyüklükte bir sektör de mevcuttu. Bugünkü hedef atışlarına özdeş sayılabilecek puta atışları dışında, sert cisimleri delme, at üzerinde hedefe ok atma ve menzil okçuluğu gibi disiplinleri de olan Osmanlı okçuluğu, ateşli silahların yaygınlaştığı 17. yy`dan itibaren menzil atışlarına odaklanmıştır.

Batı dünyasında Türk okçuluğuna hayranlık duyan bir kitlenin oluşmasının sebebi, ünlü Osmanlı kompozit yayı ile kaydedilen inanılmaz menzillerdir. Bu rekorların bazıları 800 metrenin üzerindedir ve günümüzün modern malzemeleri ile yapılan yaylarla bile kırılamamıştır. 1937`de Atatürk`ün emri ile kemankeş ailelerinden gelen bir kaç kişiye Okspor kurdurulmuş ancak 1939`da tepeden inme bir emirle kapatılmıştır. Yaşanan siyasi çalkantı, sosyal yapıdaki dramatik değişiklikler ve okçuluk teçhizatına olan talebin ortadan kalkması ile 1970`lere tek bir yaycı (kemanger) ustası gelebilmiştir. Aynı zamanda bir hat ve ebru ustası da olan Necmeddin Okyay, bu iki sanatta üstadlar yetiştirdiği halde yaycılık onun 1976`daki vefatı ile ülkemizde tarihe karışmıştır. Kaybolan bu kültür değerimize sahip çıkan ironik biçimde Batı dünyası olmuştur. Günümüzde çok sayıda hobi yaycısı ve bir kaç profesyonel, Osmanlı yayı replikaları yapmaktadır. Bunların bazıları bilimsel metodoloji kullanarak bu yayların fiziksel özelliklerini de araştırmakta ve bilginin günümüze ulaşamayan kısmını ortaya çıkarmaya çalışmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda okçuluk Orta Asya Türkleri'nden gelerek gelişmiştir. Osmanlı kemankeşlik sporu yüzyıllardır adını pek bilmediğimiz büyük kemankeşlerin (Bursalı Şüca, Havandelen Solak Bali, Tozkoparan İskender vs.) ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu sporcuların kimilerinin menzil atışları 1275 gez (800-850 metre) mesafeler ile, kırılması güç rekorlara imza atmışlardır. Osmanlı kemankeşleri pir olarak Sahabe'den Ebu Vakkas'ı sayarlar. Okçulukla ilgili ayet ve hadisler de vardır.
__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 12.02.2015, 13:09   #5
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap:Geleneksel Türk Okçuluğu



Okun, insanlık tarihi boyunca bir savaş ve atlı silahı olarak kullanılması sebebiyle okçuluğun kökeni de çok eski çağlara kadar inmekte. Önceleri askeri bir araç olarak kullanılan ok, sonraları eğlence ve yarışmaların vazgeçilmez bir unsuru durumuna geldi.

Türklerin ata sporu olan okçuluk, yüzyıllar boyunca bu geleneksel özelliğini muhafaza etmiş, gerek tarihimiz içinde, gerekse İslam dininde özel bir yere sahip olmuştur.

Türk tarihinin Orta Asya’ya uzanan derinliklerinde, önceleri bir savaş aracı olarak kullanılan ok ve yay, ateşli silahların keşfinden sonra, giderek bir spor dalı olarak kültürümüz içindeki yerini almıştır.

Tarihi belgeler incelendiğinde, Türkler’de okçuluğun MÖ. 5000 yıllarında başladığı ve okçuluk ile ilgili ilk kuralların Oğuzlar ile gerçekleştiği görülür. Oğuzlar’ın Müslümanlığı kabulünden sonra ise daha da gelişen okçuluk, en parlak devrine Osmanlılar ile ulaşır.

Tarih boyunca her kültür kendi ok atma tekniğini geliştirmiştir. Farklı kültürlerde farklı tekniklerin ortaya çıkması; o kültürleri oluşturan toplumların hayati ihtiyaçlarının ve yaşadığı coğrafyanın farklı olmasındandır. Doğu ve Batı ok atma tekniklerinin farklılığı da aynı sebeptendir.

Orta Asya insanı zor iklim şartlarında bir hayat sürmüştür. Bu hayat tarzında at binmek, avcılık ve savaş günlük hayatın ayrılmaz birer parçadır. Hayatı at üzerinde geçenler eyer üzerinde yer, içer, savaşır, avlanır, hatta uyur. Yay ise bir savaşçı için atı kadar önemlidir, hayatta kalmasının bir yoludur. Türkler için tipik olan, at üzerinde her yöne isabetli ok atabilmeleridir. Bu maharet, yüzlerce yıl boyunca düşmanı en çok korkutan ve savaşların sonucunu belirleyen unsur olmuştur.

At üzerinde kullanılacak bir yayın nisbeten kısa, ama bu çetin şartların gerektirdiği yüksek enerjiye sahip olması gerekmektedir. Bugün bile herkesin hayranlığını toplayan “kompozit yay” böyle ortaya çıkmıştır.






Kompozit yay ağaç, boynuz, sinir ve tutkaldan oluşan; müthiş fiziki özelliklere sahip bir silahtır. Birden fazla malzemeden imal edildiği için, ileri derecede esnek ve güçlüdür.

Sonradan bütün Orta Doğuya yayılacak olan kompozit yay ve Doğu okçuluk ekolünün kökeninin Asya olduğu konusunda fikir birliği vardır. Doğu stili ok atma tekniğinin Müslüman halklara geçişi muhtemelen 8.-10. yüzyıllarda İslam gazileri ile Türkistanlılar arasındaki askeri, ticari ve kültürel alışveriş neticesinde olmuştur. Selçuklular’ın atlı okçusunun kullandığı bu teknik, sonra Osmanlı’nın seçkin atlı okçu birlikleri tarafından savaş alanlarında kullanılmaya devam etmiştir.

Osmanlının ok atma tekniği aslında Türkistan kökenlidir ve geleneksel okçuluk disiplinlerini korumaya muvaffak olmuş Macaristan, Kore, Moğolistan gibi ülkelerde, ufak tefek farklılıklarla bugün de uygulanmaktadır.






Osmanlı ordusunun ilk dönemlerinde, Türkistanlılar ve Selçuklular gibi, savaş gücünün hemen hemen tamamı, atlı okçulardan oluşmaktadır. 14. yüzyılda piyade sınıfı, yani Yeniçeri teşkilatı oluşturulmuştur. Bu yeni askeri yapılanmada zaferin altına imza atan, yine yay olmuştur. Ancak yay, Türkistan’a özgü ağaç, sinir, boynuz ve tutkaldan yapılmış, yay yapımında ulaşılan en üst teknik seviyenin simgesi olan kompozit yaydır.


Yine ok ve yay kullanan piyade gücünün yanısıra, bu yeni askeri yapılanmada, atlı okçu da önemini korumaktaydı. 1. Murad’ın 1373’de Venedikliler ile Macarlar arasındaki savaşta 5000 okçu göndererek Venedikliler’e yardım etmiş olması, daha 1. Murad devrinde Osmanlı ordusunda okçuların ne kadar artmış olduğunu göstermektedir.

Ateşli silahların savaş alanına girmesi ve askeri taktiklerin değişmesi de ok ve yayı birden bire savaş alanlarından silememiştir. Tüfeğin tek başına uzun menzilli silah olarak orduda yer alması birden bire olmamış, bir süre ok ve yay ile beraber kullanılmıştır. Ateşli silahlara geçilmesi ile, Türkler’in öteden beri uyguladığı hareketli savaş stratejisinin de büyük oranda terki gerekmiştir.


Osmanlılar döneminde, okçuluğu ciddi kurallara bağlayarak yarışma esası içine alan ve tesis kuran hükümdar Fatih Sultan Mehmet’tir. Her ne kadar Fatih’ten önceki bazı hükümdarların dönemlerinde çeşitli okçuluk yarışmaları yapılmış ise de, saha ve tesislerin oluşturulması Fatih Sultan Mehmet’in emri ile başlar. İstanbul’un fethinden hemen sonra, Kasımpaşa semtinde kurulan ve bugün ancak çok az bir bölümü korunabilmiş olan Ok Meydanı, Fatih’in bu spora verdiği büyük önemin bir göstergesidir. Fatih’ten sonraki hükümdarların hemen tümü bu sahayı genişletip ilave tesisler yapmışlar, diğer kentlerde de sahalar kurmuşlardır. Sultan 2. Bayezid döneminde bununla da yetinilmemiş, okçular özel olarak himaye edilmiş, okçuluk malzemeleri imalatı ile uğraşan sanatkârlar bir araya toplanarak, kendilerine her türlü imkan sağlanmıştır. Hatta bu amaçla, sanatkârların neredeyse tümü İstanbul’a getirilmiş ve Bayezid Camii’nin arkasına inşa edilen Okçular Çarşısı’na yerleştirilmişlerdir. 15. ve 16. yüzyıllarda İstanbul’da sayıları 500’ü bulan ok ve yay imal eden atölye ile özel olarak okçuluk eğitimi yapılan okulların bulunduğu gerçeği dikkate alınacak olursa, bu spor dalında ne kadar zengin bir geçmişe sahip olduğumuz kolayca anlaşılacaktır.



Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hükümdar ve sadrazamların birçoğu okçu idi. Bunların içinde özellikle Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın (1592-1644) okçuluk tarihi içinde özel bir yeri bulunmaktadır. Kara Mustafa Paşa, sadrazamlığı döneminde okçuluk ile ilgili bir ferman (kanun) yayınlamıştır. Bugün, aslı Topkapı Müzesi arşivinde bulunan bu ferman, spor ile ilgili ilk kanun olma özelliğini taşımaktadır. Osmanlı döneminin ünlü okçuları içinde, Tozkoparan İskender, Bursalı Şüca gibi isimler en çok bilinenlerdir. Hayvan boynuzu, sinir gibi organik maddeler ve ahşap malzemenin sentezi ile imal edilen eski Türk yaylarının inanılmaz teknik güçleri, bugün dahi, okçuluk tekniği ile ilgilenen dünya otoritelerini hayretler içinde bırakmaktadır.



Günümüzün ileri teknolojisi ile üretilen yaylarla 250-300 metre mesafeye zorlukla ok atılırken, eski Türk yayları ile 700-800 metrelere ok atılabilmesi bu hayretin temel sebebini oluşturmaktadır. Okçuluk tarihimize dikkatle göz atıldığında, Fatih Sultan Mehmet’ten 2. Bayezid’e uzanan dönemin ciddi bir “Planlama Dönemi”, 2. Bayezid’ten 2. Selim’in ölümüne değin geçen sürenin ise “Gelişme Devri” olarak değerlendirildiği görülür. Daha sonraki hükümdarlar da okçuluk ile ilgilenmişler, ancak 3. Selim’in tahta geçmesinden 2. Mahmut’un ölümüne kadar geçen süre “Yeniden Yükselme Devri” olarak tarihe geçmiştir. Daha sonra 2. Abdülhamid’ten 5. Mehmet’in ölümüne kadar geçen süre ise okçuluğun “Duraklama ve Gerileme Devri” olmuştur, Osmanlı’nın son döneminde ise okçuluk sanatkârları artık ellerindeki sanatı bırakarak başka işlere yönelmişler, bu işi yürütenlerin sayısı 3-5 kişiyle sınırlı kalmıştır.



Cumhuriyet dönemiyle birlikte, 1923-1937 yılları arasında, eski Türk okçularının ailelerinden gelen üç beş kişi, aralarına hevesli gençleri de alarak, İstanbul’un çeşitli semtlerinde ok atışları yapmışlar ve geleneksel sporumuzu yürütmeye çalışmışlardır.

Türk okçuluk tarihinin efsanevi ismi Tozkoparan’ın ikinci kuşak torunları olan İbrahim ve Bekir Özok ile, Türk okçuluğuna ilk kitabı armağan eden Mustafa Kani’nin torunu Vakkas Okatan, bu spora yakın ilgi duyan Prof. Necmettin Okyay, Hafız Kemal Gürses ve yine o devrin Beyoğlu Vakıflar Müdürü ve Milli Sporlar Federasyonu Başkanı Baki Kunter’in girişimleri sonucu kurulan Okspor Kurumu adındaki kulüp, Cumhuriyet dönemimizin ilk ciddi adımı olmuştur. İstanbul Beyoğlu Halkevi’nde, Atatürk’ün direktifleri ile, milli sporumuz okçuluğu yeniden canlandırmak amacıyla 1937 yılında kurulan bu kulüp, Atatürk’ün ölümünden sonra himayesiz kalarak dağılmıştır. Halim Baki Kunter’in 1938’de kaleme aldığı kitap, okçuluk alanında ne kadar büyük ve değerli bir hazineyi ziyan ettiğimizi gözler önüne sermekte.

Türk geleneksel okçuluğunun izleri Altay dağlarının gölgesinden Batı Anadolu sahillerine kadar takip edilebilir. Osmanlı yayları Orta Asya kökenli diğer yaylar gibi uçbükümlü (recurve) ve dışabükümlü (refleks) yaylardır. Ahşap (çoğunlukla akçaağaç), sinir, boynuz ve tutkaldan oluşan bu yay akrabaları arasında en kısa olanı olup, 41-44 inch arasında bir uzunluğa sahiptir. Türk yayları uzunluk bakımından ancak Kore yayı ile karşılaştırılabilir. Verimliliği ağır oklarda da hafif oklarda da yüksektir. Bu da Osmanlı menzil yayına, bilinen en uzun menzili sağlamaktadır. Böyle bir yay yapmak büyük ustalık ve sabır ister. Organik malzemelerin kuruması uzun zaman aldığından bir yayı yapmak 1 ilâ 3 yıl sürmektedir.




Çekiş: Türk okçuluğu Asya okçuluk ekolünün bir uzantısıdır. Atış tekniği de bu sebeple, okçu yüzüğü kullanan diğer stillerden çok farklı değildir. En belirgin fark, daha kısa bir çekiş ile ok atılmasıdır. Koreliler ve Moğollar, daha uzun bir çekiş kullanırlarken; eski çizimlerden, nadir bulunan fotoğraflardan ve müze koleksiyonlarındaki oklardan anlaşıldığına göre, Osmanlı kemankeşleri 28-29 inch’lik bir çekiş yaparlar. Bu bilgi, son birkaç yüzyılda yayların giderek kısaldığı gerçeği ile örtüşmektedir. Bazı Eskitürkçe metinlerde ve Busbecq’in “Türk Mektupları”nda Türklerin daha uzun çekiş yaptıkları bildirilmektedir. İslam öncesi ve erken İslam dönemlerinde Türklerin yayı kulaklarına kadar çekiyor oldukları düşünülebilir.




Fotoğraf Suat Gürsoy

Türkler, Orta Asya kökenli birçok ulus gibi başparmak çekişini kullanmışlardır. Bu teknikte, başparmağı korumak ve çekişe yardımcı olmak için genellikle bir yüzük kullanılır. Başparmak çekişi Edward Morse tarafından “Moğol bırakışı” olarak isimlendirilmişir. Bazı müellifler bu isimlendirmenin, 20. yüzyıl başında Avrupa’da yaygınlaşan ırkçı ve ayrımcı fikirlerin bir yansıması olduğunu düşünmektedirler. Bu çekiş tekniği Moğolların yanısıra, bazı Afrika ulusları ve Kuzey Amerika yerlileri de dahil olmak üzere bir çok başka ulus ve kabile tarafından kullanılmıştır. Nitekim çağdaş yazarlar tekniğe “başparmak çekişi” gibi daha uygun isimler vermektedirler.

Kirişi başparmak ile çekmek ve bırakmak, oka daha fazla hız ve uçuş istikrarı sağlayan bir “iç balistik” etki yapar. “Okçu paradoksu” ters yöne doğru oluşur, bu sebeple de ok “ters taraftan” atılır. Ok, yayı tutan elin başparmağının üzerinde durur. Bu durum, üç parmakla atış yapan okçulara tuhaf gelebilir, ancak detaylı biçimde incelendiğinde, başparmak çekişinin bazı avantajları olduğu görülür.


Kiriş serbest bırakıldığında, okçu yüzüğünün dar kenarı üzerinde yuvarlanır ve ok gövdesi, üç parmakla bırakıldığındaki kadar bükülmez. Bırakış daha keskin ve temizdir. Bu durum doğru esneme değerine (spine size) sahip ok seçimi ihtiyacını ortadan kaldırmaz, ama başparmakla atış yapanlar ok esneme değerini üç parmak atıcıları kadar dert etmezler. Eğer başparmak bırakışı mükemmelleştirilirse, yay daha az seçici hale gelir. Kirişin bırakılması sırasında ok gövdesi daha az büküldüğünden, oka aktarılan enerji okta deformasyon yaparak harcanmaz, okun ileri hareketi için kullanılır. Bu da okun yaydan çıkış hızını arttırır.



Başparmak çekişi, üst üste atışlarda da avantaj sağlar. Örneğin sağ eliyle atış yapan bir okçu, okları yayın sağ tarafından gezler. Eğitimli bir okçu, ikinci ve üçüncü okları sağ elinde tutarak yayını çok hızlı besleyebilir. Kirişi tutan elin yaptığı “mandal” hareketi, kirişi sağlam bir şekilde tutmayı sağlamakla kalmaz. İşaret parmak oku hafifçe yaya doğru ittiğinden, değişik pozisyonlarda ve hatta yerde yatarak atış yapmak kolaylaşır. Özellikle at üzerinde dörtnala giderken, ok yaydan düşmeden rahatça ok atılmasını sağlar. “ Dr. Murat Özveri. Okçuluk Hakkında Merak Ettiğiniz Her Şey. 2006-İstanbul)

Türk okçuluğu, tarih içinde kurumlaşmış yapısı ve Asya ekolünün en mükemmel yayını geliştirmiş olması ile emsalsiz bir zenginliğe sahiptir. Türkiye’de uzun yıllardır kesintiye uğramış olan okçuluk geleneği, günümüzde tekrar canlanmaya başlamıştır. Ülkemizde kemankeşler, tirendazlar, atlı okçular büyük bir çabayla, bu yüzde yüz Türk sporunu önce ülke genelinde sonra da tüm Türk Dünyası’nda tekrar eski ihtişâmına kavuşturmanın gayreti ve kararlılığı içindedir.


Kaynak:
Geleneksel Okçuluk


Fotoğraflar: digital-archery.com /Ahmet ÖKSÜZ / tirendaz.com /
__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
8 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 23.02.2015, 20:50   #6
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu









Ne bağırıyoruz be!!

Bilenler bilir ok atarken önce bir “gaza niyetine!!!!” diye komut verir , ondan sonra alnımızdan damarlarımız fırlayıncaya, gırtlağımızın elverdiği ölçüde yüksek sesle Allah'ın adını haykırarak okumuzu atarız.

-“Ya Hak!”

Bazı arkadaşlarımız veya bilmeyenler “niye bağırıyorsunuz?” diye soruyorlar. “Sessiz sessiz ok atmak varken niye yırtınıyorsunuz?” “Yok, böyle bir şey, nereden uyduruyorsunuz” diyenler de var . Hatta ilk bakışta mantıklı gibi görülen gerekçeler de buluyorlar. Öyle ya bağırırken konsantrasyon bozulabilir, el titreyebilir, dikkat dağılabilir, düşman ürkebilir, Pusuda böyle bağırılmaz vs. vs. vs.

Neden Ya Hak! diye bağırarak ok attığımızı açıklamaya çalışalım: İlk söz elbette rahmetli Ünsal Yücel Hocamızın:

“Harp okçuluğu yanında, bir savaş hazırlığı sayılarak spor okçuluğuna da aynı kutsal önemim tanındığını görürüz. Nitekim gerek menzil gerek koşu atışlarında oklar hep ” Ya Hak!” ünlemi ile “gaza niyetine” atılırdı. Savaş okçuluğu terk edildikten sonra, spor okçuluğunun öncelikle manevi bir disiplin sayılıp, yüz yıllar boyu sürdürül mesinde bu dini inanç önemli rol oynar. Yine bu inanca dayanılarak okmeydanlarına, cennetten bir köşe diye bakılmış, sınırına tecavüz edilmesine sarhoş abdestsiz ve pabuçla girilmesine izin verilmemiş, yetkili kişisine Şeyh denilmiş, cihat, yağmur ve afet dualarında hep bu meydanlarda toplanılmıştır.” Türk Okçuluğu, Ünsal Yücel, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1999 s 29-30

-Ya Hak!

Bu kadar net bilgiden sonra daha fazla açıklama yapmaya gerek olmadığının farkındayız amma devam edelim. Bakalım başka hangi sebepler var. Kavsnameye kısa bir göz atmakta fayda var ;

“heman bir eyüce yay üstad işi eyüce oklar alup gazaniyetine meydane varub nişane ok atasın...”
Kavsname , Mustafa Kani , s.42

“Puta yayı boyları on buçuk tutamdan on bir tutama varınca okları uydurup meydana vara, niyyetü’l-gaza diyüp ka’ide üzre putaya ok atup sevab tahsil idesin.. Kavsname s.59.

Kavsnamedeki bu kayıtlardan ve Ünsal hocanına beyanından sadece menzil değil, puta atışlarında da gaza niyetiyle yapıldığı sonucunu rahatlıkla çıkartabilriz.

“ havacılar arasında üstadlardan gayet bir havacı dostun gerekdür ki sen ok atup Ya Allah çağırdığun zaman ok nereye düşer mukayyed olup ve atduğun okun havasın bulup hava eyleye …” Kavsname s. 81

Osmanlıca terimleri anlamakta sıkıntı olabilir. Buyrun daha öztürkçe olan kitaplardan alıntılar ;

“Havacılar tülbentlerini havaya atınca ok atmaya başlanır ve oklar havacıların üstüne doğru atılır. Oku atan, atınca “Ya Hak” veya ok meşk oku ise “vardı” diye ünleyince havacılar namazda rüku haline benzer vaziyet alırlar”
Telhis-i Resailat-ı Rumat, Mustafa Kani bey, İstanbul Fetih Cemiyeti, , İstanbul 2010.s.151

Aynı olay Süleyman Kani İrtem tarafından da anlatılır ;

“Tirendazlar (okçular) ayak yerinde, havacılar hava yerinde toplanıp yaylar kurularak ” küşad” a başlanmadan evvel tirendazlardan biri

-Hava eyle!

Diye bağırır, havacılar da ellerinde bulunup ucuna taş bağlanmış olan tülbentlerini havaya atarlardı. Bunu müteakip ok ” küşadına” iptidar olunarak havacıların üstüne doğru atılırdı. Tirendaz okuna küşad verip;

-Ya Hak! ve yahut meşk oku ise ;

-Vardı! nidasını eder, havacı da rükua varır gibi vaziyette sağ elini sağ dizine dayar, kulağını yere doğru tutar, okun konmasını veya geçerse sesini dinler, konunca işaret eder.
Türk Kemankeşleri, Süleyman Kani İrtem , Ülkü basımevi ,İstanbul, 1939 s.32-33

Ok atıcılığında hava sebebiyle veya yanlışlıkla yolundan dışarı olan ok şast (sağ) tarafına atılır ise,”Ya Hak “ sözünden sonra “şasta bak “, kabza tarafına atılır ise “kabzaya bak” diye bağırılır. Telhis-i Resailat-ı Rumat. S. 153.

“Tirendaz oku (şest) ile çekerken kalbinden Allah'ı yadeder ve “küşaddan” sonra ;

-Ya Hak!

Yahud;

-Allahüekber!

diye Allah’dan medet talep eylerdi.” Türk Kemankeşleri, Süleyman Kani İrtem s. 41

Ya Hak ! kelimesinin sonundaki ünlemin ne manaya geldiğini söylemeye gerek yok herhalde.

-Ya Hak!



Aslında bu tür naraları gösteri amaçlı ve menzil atışlarında yaptığımızı belirtmekte fayda var. İnsanlara eski kemankeşlerin, savaşçıların nasıl nara attıklarını göstermek hem izleyicileri heyecanlandıran hem de atıcıları motive eden bir durumdur. Defalarca yaptığımız gösterilerde insanların ve atıcıların bu durumdan çok memnun olduklarını gözlemleme imkânımız oldu.



Bir savaşçı müfrezeyi canlandırdığımıza göre savaşta bağırıldığı gibi bağırmaktan daha normal ne olabilir. Uzakdoğu menşe’li havada uçuşan keratacıların hayt huytlarından veya mart kedisi gibi acaip sesler çıkarmalarından baygınlık gelmişken atalarımızın savaşta bağırdığı gibi nara atıp efelenmek niye yanlış olsun?


İlla bizim de Uzakdoğulular gibi hayt huyt mu yapmamız lazım?( Uzakdoğu sporlarına gönül vermiş arkadaşlar, burada yazdıklarım bu sporları eleştirmek için değildir. “Dışardan gelen iyidir bizdense kaale almaya gerek yok” şeklinde özetleyebileceğim yanlış bakış açımızı eleştirmek içindir. ” )

Kaynaklar da savaşta nara atılması ile ilgili bir iki alıntı yapmakta fayda var. Acaba Selçuklular savaşta nasıl bağırıyordu? ;


“ İmparator Manuel Angelos’un emrine Doğu birliklerinden en seçmelerini vermiş … Kharaks’da bulunan Türkler üzerine göndermişti… Fakat herhangi bir yararlık gösteremediği gibi, böyle güçlü bir ordudan beklenecek hiçbir şey de yapamadı. Aksine, otlaklardaki sürüleri yağmalamayı ve birkaç Türk çobanını esir etmeyi yeterli bir kahramanlık sayarak korku içinde ormandan ayrıldı. Çünkü gecenin birinde arkasında Türkler belirmiş ve nara atmışlardı. Bunun üzerine üstüne yürüyen düşmanların sayısının belirlenmesini bile beklemedi; ordusunu savaş düzenine sokmadı; aksine, atını, elleri, ayakları ve okşayıcı sözlerle dörtnala kaldırarak oradan uzaklaştı…

Başkomutanın hiç iz bırakmadan kayboluşu orduda karışıklık doğurdu. Düzen tamamıyla bozuldu ve herkes kaçmaya başladı. Ganimet olarak kazanılmış olan hayvanlar ile esirler arkada bırakıldı. Bizanslılar, eğer Manuel Kantakuzenos kılıcını çekip karşılarına çıkmamış ve kılıcının tersiyle kaçanların sırtına vurmamış olsaydı, herhalde birbirlerine düşecek ve kendi aralarında döğüşmeye başlayacaklardı. Çünkü daha henüz geceydi, gün ışımamıştı.

Kantakuzenos : “ Durun! Nereye kaçıyorsunuz, kimsenin saldırdığı yok!” diye bağırmıştı.

Böylece askerler yavaş yavaş kendilerine geldiler ve öyle düşüncesizce, akıllarını yitirmişçesine, üzerinde bulundukları tepeden aşağıya doğru koşmaktan vazgeçtiler.
Historia , Niketas Khoniates ,çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan , Türk Tarih kurumu Ankara 1995 s.135,136.

Demek ki nara savaşta baya iş görüyormuş.
(gülümseme)

Muharrem Kesik de eserinde yaptığı alıntılarla Türkiye Selçuklu ordusunun naralarının düşmana büyük korku verdiğini söylemekte ve bu naranın da “Allahüekber” olduğunu bildirmektedir. At Üstünde Selçuklular, Muharrem Kesik, Timaş yayınları, İstanbul 2011 s.140-1451.

Ok atarken Hz. Ali’nin Ya Hak yerine Allahüekber diye nara attığı belirtmekte fayda görüyoruz. Süleyman Kani İrtemden alıntıladığımız şekilde zaman zaman Okçuların da bu şekilde nara attığını gördük.

Bir Başka ve asıl önemli sebebimiz de Necmeddin Okyay Üstadın bu şekilde atmasıdır. Elbette merhumu sağlığında iken görme şansımız olmadı ancak Müteaddit defalar Prof. Dr. Uğur Derman hocamızın konferanslarında bu soruyu kendisine yönelttik. Prof. Uğur Derman hocamız bize Necmeddin üstadın nasıl atış yaptığını ve atış yaparken nasıl nara attığını aynen attığımız şekilde tarif etti. Hatta defalarca Ya kısmının uzatılması Hak kısmının kısa tutulması gerekmez mi hocam? diye sorduk ve tam bir İstanbul beyefendisi olarak sıkılmadan defalarca aynı cevabı verdi. Necmeddin Okyay üstadımız Seyfeddin efendiden ok dersleri almış birisi olarak Ya hak narasının nasıl atılması gerektiğini bilen birinsandır. Kendisine yetişememiş olsak da Allah uzun ömürler versin Uğur Derman Hocamız sağ ve merak edenler kendisine sorup nasıl atış yapıldığını öğrenebilirler. Okçulukla ilgili birkaç hatıra kırıntısını da üstaddan dinlemekte fayda var.

-Ya Hak!

Bursalı Şüca’nın Yıldız menzili bozması şu şekilde anlatılır.

Şüca o gece bir rüya görmüştür ve daha meydana (ok atışı yapılan meydana) gelmeden vallahi de billahi de bu gün o Yıldız menzilini ben aşırı atacağım ve ondan sonra da elime ok ve yay almayacağım..” dedi.


“ Üçüncü oku atma sırası İskender’e gelince , meydanı dolduran yüksek bir sesle Ya Hakk diye bağırıp atışını yaptı ve Şücayı geçti, ama o da Havan-delen Solak Bali’nin taşından aşırı atamadı…

Devamında Şüca gördüğü rüyanın tesiri ile Yaradan’a sığınıp atışını yapar ve neticeyi beklemeden yayını asar. Ve menzil Şüca’ nın olur. Osmanlı Devletinde Spor, Atıf Kahra man, Kültür bakanlığı 1995 Ankara s.270


Bursalı Şüca'nın bu menzilin bozmak için Tozkoparan İskender 10 sene çalışmak zorunda kalır. Süleyman Kani İrtem bu olayı şöyle anlatıyor;

“Tozkoparanın ilk attığı ok Deve Kemal menziline vardı. Havacılar tülbent ettiler. Öteki pehlivanlarda attıktan sonra nöbet tekrar Tozkoparana gelince yaycısı İçkoz Ahmed

– Şast canibine at!

diyerek yüz yirmi beş dirhemlik yayını eline verdi. Pehlivan okunu attığı anda öyle bir bağırdı ki bütün meydan erleri şevka geldiler. Türk Kemankeşleri, s.63


Bu önemli olay bir okçuluk irsalesine atfen Atıf Kahraman tarafından daha detaylı verilir:

”… Meydanda yaşlı üstatlardan izin ister.

Onlar da;


- “Gaza niyetine atmana izin verdik. Allah yardımcın olup koluna kuvvet versin” diyerek izin verince, İskender,
“Bismillah'' deyip ''Ya Hak” sedasıyla okunu attı.

Ok Benli Karagöz ile Deve Kemalin taşları arasına düşüp, havacılar “ beş dülbend ile çuka attılar”

İskender’den sonra diğer atıcı pehlivanlar da atış yaptılar ise de , hiç birisi İskender’in okunu geçemedi( basılmadı)
İkinci oku atma sırası (növbet) yine İskender gelince, yaycısı üstad İçkoz Ahmet Ağa, yayı yoklayıp eline verirken;

“Allahını seviyorsan şast tarafa ( sağ) doğru at”

diye uyarıda bulundu.


İskender, İçkoz Ahmet Ağa'nın dediği gibi sağ tarafa doğru okunu attı.

“Ya Hakk” diye bağırıp öyle sıçradı ki; o gün giyinmiş olduğu ak kaftanın etekleri , rüzgarın da etikisiyle kendi boyunca havaya kalkıp, ok altında duranlara alay bayrağı gibi göründü. ( risale . yk.25.b.) Atıf kahraman s. 274


-Ya Hak!

Bu kadar delilden sonra hala ikna olmayanlara söyleyecek bir şeyimiz yok. Ama açıkça görüldüğü gibi aslında biz yeteri kadar bağırmıyormuşuz. Haydi, bakalım kaftanımızın etekleri tepemize çıkana kadar nara atmaya devam. O pehlivanların rekorlarını kıramayız belki ama hiç olmazsa yaptıklarını taklit edelim. Biz böyle atmaktan memnunuz.

Güzel bir insanın kitabından alıntıyla başladığımız yazıyı, Şeyh Galibin güzel bir beyiti ile bitirelim .

Ne demiş şair ?


“Ne heva vü ne keman, ve ne kemankeş ancak
Erdirir menziline tiri nidayı Ya Hak”



-Ya Hak!



Adnan MEHEL


Kaynak: talimhaneokculuk.com
__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
9 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 24.02.2015, 13:17   #7
Çevrimdışı
Mustafa Akten
Abdülmelik Hankendi

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu

Sn. Dilaver,

Çalışmaları sonuca erdirip, bu güzel değerli bilgilerin paylaşımını bizlere sunduğunuz için size çok teşekkürler ile yüreğinize emeğinize sağlık diyorum.
__________________
  Alıntı ile Cevapla
7 Üyemiz Mustafa Akten'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 24.02.2015, 20:40   #8
Çevrimdışı
ReaL
Deniz Sevengillerden

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu

Eski tarihlerin çok önemli savaş aracı, son yıllarda sadece hobi amaçlı bir spor haline dönüştü. Barut çıktı, mertlik bozuldu.

Bizim @M.Ozen de okçu. Geçen yıl İzmir'e yarışmalara da geldiydi.

* * *
Çok kapsamlı ve güzel konu olmuş, ellerine sağlık, teşekkürler Dilaver.

__________________



Tüm katılımcı arkadaşların okumasını rica ediyorum... Lütfen Tıklayınız..
* * *
  Alıntı ile Cevapla
6 Üyemiz ReaL'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 25.02.2015, 01:08   #9
Çevrimdışı
Sevda
Dönersen Islık Çal..

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu

Konuyu okurken kemankeşlerle beraber ok atmış gibi hissettim.. Nişantaşlarının şimdi ki hali içler acısı. Şehrin çarpık kentleşmesi içinde kaybolup gitmişler.

İçeriği çok zengin ve emek verilerek açılmış bir konu olmuş. Eline sağlık Dilaver.

Ayrıca, Osmanlı'nın rekor sahibi ünlü kemankeşi Tozkoparan İskender konusu için Tıklayınız.


  Alıntı ile Cevapla
5 Üyemiz Sevda'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 26.05.2015, 21:02   #10
Çevrimdışı
Dilaver
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geleneksel Türk Okçuluğu

Geleneksel Türk Okçuluğunun Günümüzdeki Temsilcileri

Bu muhteşem bir fotoğraf. Gözler görmek istesin yeter ki.. O an! Okun ilk bırakıldığı an.. Yaydan daha fırlamamış. Bu kareyi yakalamak ne kadar zor aslında.


Böyle bir başlık attım ama bugün ülkemizde, Geleneksel Türk Okçuluğu'' adına araştırmalar yapan, yeni nesillere- genç kuşaklara aktaran, uluslar arası alanda tanıtmaya çalışan ve Geleneksel Türk Okçuluğunu yaşatmaya çalışan o kadar çok isim var ki.. İnanın hepsini tek tek saymak-yazmak isterdim...

Bu konu için yaptığım araştırmalar sırasında beni en çok etkileyen isimler Sayın Adnan Mehel ve Sayın Murat Özveri oldu.

Adnan Bey'e ulaşabildim sosyal paylaşım sayfasından. Konumda kullanmak istediğim fotoğraflar hakkında yazıştık.. Bazen ondan günlerce yanıt beklediğim oldu sabırla.. Sayfasına göz attğımda ne kadar yoğun olduğunu anlıyordum.

Biz çalışırken, uyurken, yemek yerken, maç seyrederken bu ülkede birileri ''Geleneksel Türk Okçuluğu'' için uyumuyor, dinlenmiyor, çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor...

Bunu gördüm ben..

Keza Sayın Murat Özveri'ye ulaşamadım ama yaptıklarını, emeklerini okuyunca- görünce, daha iyi anladım.

Bu ülkede böyle insanlar varoldukça geleneklerimiz, köklerimiz, bize ait olanlar en azından bir süre daha ayakta kalacak..

Konu için her yardım istediğimde Barış BALKANCI Bey mesela... Nasıl da samimiyetle yardımcı oldu.. Ne kadar beyfendi bir insan.. Çalışmalarını görüyorum, hayranlıkla izliyorum halâ..

Ahmet Öksüz Bey aynı şekilde. Sosyal paylaşım sayfalarındaki istediğim fotoğrafı kullanmam için izin verdiler..

Adnan Bey'in, Barış Bey'in, Ahmet Bey'in sosyal ağlarındaki fotoğrafları gördükçe, Geleneksel Türk Okçuluğuna ne kadar da çok emek veren varmış diye aklımdan geçiriyorum hep..

Bazen anlatmak ya da yazmak yetmiyor. Görmek gerekiyor..

Görelim efenim...














































__________________

Tanrılar, erkeklerin ''balıkta'' geçirdiği zamanı ömründen saymaz. (Babil Atasözü)
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Dilaver'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
adnan mehel, baş parmak çekişi, bursalı şüca, geleneksel, geleneksel türk okçuluğu, kabak oyunu, kemankeş, kepaze, kompozit yay, menzil taşı, necemettin okyay, ok meydanı, okçuluğu, okçuluk, part atışı, puta, temren, tirendnaz, türk, türk okçuluğu, ya hak, ıslık okları, zihgir


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 14:09.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.