Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Sağlığımız ve Hastalıklar > Psikoloji

Psikoloji Psikoloji, psikiyatri ve kişisel gelişim


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 23.11.2015, 03:39   #61
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Herşey Bir Günde Değişebilir




Kriz kelimesini ifade eden Çin sembolü tehlike ve fırsat kelimelerini ifade eden karakterlerin birleşimidir. Yaşanan acı bir deneyimden sonra kişinin yaşadığı kayıplar tehlikeyi oluştururken aynı zamanda bu kayıplardan birşeyler öğrenme ve olumlu bir anlam çıkarma fırsatı doğar. Hayatımızın hep sabit bir çizgide devam edeceğini varsayarız. Zihnimizin pek de aydınlık olmayan bir köşesinde bunun imkansız olduğunu bilsek de hayatımızı sürdürebilmek ve ruh sağlığımızı korumak için faydalı bir savunma olarak bildiklerimizin üzerini örteriz. Kriz kelimesini ifade eden Çin sembolü tehlike ve fırsat kelimelerini ifade eden karakterlerin birleşimidir. Yaşanan acı bir deneyimden sonra kişinin yaşadığı kayıplar tehlikeyi oluştururken aynı zamanda bu kayıplardan birşeyler öğrenme ve olumlu bir anlam çıkarma fırsatı doğar.
Hayatımızın hep sabit bir çizgide devam edeceğini varsayarız. Zihnimizin pek de aydınlık olmayan bir köşesinde bunun imkansız olduğunu bilsek de hayatımızı sürdürebilmek ve ruh sağlığımızı korumak için faydalı bir savunma olarak bildiklerimizin üzerini örteriz. Doğal veya insan yapımı afetler hiç beklemediğimiz hazırlıksız bir anımızda kendimizi korumaya aldığımız bu kabuğu çatlatarak bizi çıplak bırakır. 18 Ağustos depremi 11 Eylül olayları dünyada hiç bitmeyen savaşlar ve son iki ay içerisinde yurdumuzun çeşitli bölgelerinde yaşanan sel felaketi sonucunda binlerce insanın yaşadığı ve her an yaşamakta olduğu gibi.
İnsanoğlunun sürekliliğe ihtiyacı vardır. Süreklilik hissi bir yandan faniliğimizin farkındayken diğer yandan hayatımızın ne zaman sona ereceğini bilememenin getirdiği çelişkiyi yatıştırarak kendimizi güvende hissetmemizi sağlar. İçimizde varolan süreklilik hissi geçmişimizi geleceğimize bağlayan bir köprü gibidir. "Şimdi" de üzerinde durduğumuz bu köprüden geleceğimizi görür ve görünen geleceğe doğru emin adımlarla yürürüz. Aslında zihnimizde canlanan bu görüntü ölüm ve yokolma korkumuzla başedebilmek için yaşadığımız deneyimler ve çevremizdekilerin geribildirimleri sayesinde yarattığımız öznel gerçekliğimizdir. "Dünyayı yanlış okuruz ve bizi aldattığını söyleriz" (Tagore Serseri Kuşlar'dan LXXV).
Travmatik bir olay yaşadığımızda geçmişimizle geleceğimizi birleştiren köprüler sarsılır veya yıkılır. Varoluşumuzun sürekliliğine dair inancımız yara alır. Böyle bir durumda yaşadıklarımızı anlamlandırmakta zorluk çeker tutunabileceğimiz kurallar bulamaz ve nasıl davranacağımızı şaşırırız. Hayattaki rolümüz değişebilir. Yeni rolümüzde bizden neler beklendiği ve ne yapmamız gerektiğini bilemeyiz. Sosyal çevreden aile ve arkadaşlarımızdan ayrı kalmışsak kendimizi desteksiz ve yalnız hissederiz. Kendimiz hakkındaki duygu ve düşüncelerimiz değişebilir. Kendimizi her zaman olduğundan farklı hissedebiliriz. Geleceğe dair hayallerimizi kaybederiz. Tüm bunlar anormal bir duruma gösterilen normal tepkilerdir.
Hayatımızın bilindik-beklenen gidişini değiştiren her olay toplumsal bir felaket olmasa da süreklilik köprülerini sarsabilir. Beklenmeyen ani değişimlerin sıkça yaşandığı bir ülkenin vatandaşları olarak ufak tefek travmalara alışık olsak da son bir yıldır yaşadığımız ekonomik kriz birçoğumuzun hayatındaki süreklilik köprülerini şiddetle sarstı ve halen sarsmakta. Ekonomik krizden birebir etkilenen örneğin işinden çıkarılan veya iflas eden kişinin hayatındaki süreklilikler kesintiye uğrar. "Para kazanan" rolünü kaybeder iş arkadaşlarından ve iş çevresinden kopar. Değersizlik ve boşluk duygusu yaşayabilir.
Peki Çin sembolünde anlatılan "fırsat" bunun neresinde? Performans ve tüketime dayalı günümüz toplumunda kendi değerimizi ölçmek için koyduğumuz kıstaslar ağırlıklı olarak dış etkenlere bağlı olduğundan dış dünyadaki sarsıntıları kendi iç dünyamızda da şiddetli yaşarız. Yaşadığımız acı deneyim bir yandan süreklilik inancımızı zedeler veya yıkarken diğer yandan kendi varoluşumuzu yeni baştan anlamlandırmamızı gerektirir. Yaşadığımız krizin üstesinden geldiğimizde bu deneyimden edindiğimiz birikimle hayata daha olumlu yaklaşıp daha önceden göremediğimiz ayrıntıları keşfederekhayatımızı daha dolu ve anlamlı yaşayabiliriz. Karşılaştığımız problemlere farklı yaklaşımlar geliştirerek varoluşsal bir gelişme yaşayabiliriz. Fırsatı göremiyor olmamız fırsatın olmadığını değil aramaya devam etmemiz gerektiğini bize söyler.

Uzman Klinik Psikolog Güldeniz Yücelen
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 23.11.2015, 03:44   #62
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Alışverişe Bağımlı Çocuklar




Bir çocuğun alışveriş merkezinde her gördüğünü almak için kendini yerden yere atması bir kız çocuğunun bir dolap dolusu model bebeğin bir benzerini aldırmak için annesini başının etini yemesi bir gencin daha bir hafta önce aldığı ayakkabının farklı bir modeli için odasına kapanması hepimizin yaşadığı veya şahit olduğu bir tablodur. Reklamlar akran baskısı kültürel baskı anne-baba tutumları gibi nedenlerle gitgide artan oranlarda nesnelere ve alışverişe bağımlı doyumsuz çocuklar yetiştirmeye başladık.
Kendi değerini giydiği sahip olduğu şeylerle nasıl göründüğüyle belirleyen çocuk diğer insanları da kim olduklarıyla değil sahip olduklarıyla yargılar. Bu tehlike ergenliğe geçişle birlikte büyür. En yeni modelleri almak herkesin sahip olduğuna sahip olmak ölüm / kalım meselesi haline gelebilir.
Pahalı bir arabanızın olması sizi iyi bir ebeveyn yapar mı? Ünlü bir basketbolcunun giydiği ayakkabılardan giyiyor olması çocuğunuzu otomatik olarak iyi bir oyuncu yapar mı? Tabii ki hayır! Bir yetişkin olarak siz bunu anlayabilirsiniz ya çocuğunuz? Çocuğunuza bu konuda yardımcı olabilirsiniz.
Öncelik belirlemeyi öğretin. Çocuğunuzun isteklerini ve parasını kontrol etmeyi öğrenmesi için isteklerinin listesini yapması ve bu listeyi tercih sırasına göre düzenlemesini sağlayın. Çocuklar genelde ne kadar çok istediklerinin farkında değillerdir. Önce farkındalık kazandırmak kendi davranışları üzerindeki kontrollerini de artıracaktır. Bu yöntem yaklaşan yeni yıl ve doğum günlerinde çok işinize yarayacaktır. Hakları ve birikimleri çerçevesinde kaç hediye alabileceğini belirleyin ve önem sırasına göre hazırlanan listeye birlikte bakın.


Bekleyebilmesi için fırsat yaratın. Çocuğunuzun istediği şeyi hemen almak yerine ona bir süre tanıyın. Bu sürenin sonunda hevesi geçmiş isteği tamamen değişmiş olabilir.

Suçlu hissetmeden “hayır” deyin. Çocuğunuz her gördüğünü istiyorsa isteklerinin ardı arkası kesilmiyorsabu istediklerine gerçekten ihtiyacı olmadığını düşünüyorsanız sadece “hayır” demeniz yeterli. Her istediğini almanın ona faydadan çok zararı olacağından bu tavrınızdan dolayı kendinizi suçlu hissetmeyin. Hayatta kimsenin her istediğine kavuşamadığını unutmamak gerekir. Bu nedenle bu tavrınız çocuğunuzun hayal kırıklığı ile baş edebilme mekanizmaları geliştirmesine yardımcı olacaktır.

Çocuğunuza para yönetimini öğretin. Bu hayat boyu kullanacağı çok değerli bir ödül olacaktır. Harçlık almak veya evde yaptığı küçük işler karşılığı para kazanmak çocuğunuzun para kazanmayı ve harcamayı öğrenmesi için iyi bir başlangıç olacaktır. Bunun için çocuğunuza hemen harcamaya ve uzun dönemli harcamalara yönelik iki bütçe oluşturmayı öğretebilirsiniz. Alışveriş merkezinde gördüğü bir oyuncağı istediğinde “Bunun fiyatı 5 liraymış. Almak için yeteli paran var mı gel bir bakalım” diyebilirsiniz. Kendi kazandığı parayla alacağı şeyler çocuğunuza daha anlamlı gelecektir.

Televizyonda reklam izlemeyi sınırlandırın. Reklam günlük hayatın her alanında yer almakla birlikte televizyon reklamları çocukları en etkileyen reklamlardır. Bu nedenle daha az reklam gösterilen kanalların ve programların tercih edilmesi faydalı olacaktır. Çocukların reklamlarla karşılaşmasını tamamen engellemek mümkün değildir. Reklamlar insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri aldırma amacını güderler. Reklamların temel amacının çocuklara açıklanması özellikle çocukları etkilemek için reklamlarda kullanılan yöntemlerin gösterilmesi çocuğun farkındalığını artıracaktır.

Çocuğunuza örnek olun. Çocuklar pek çok şeyi anne-babalarında gözleyerek öğrenirler. Çocuğunuzun nesneler dünyasıyla baş edebilmesi ve doyumsuzluk geliştirmemesi için ona iyi bir rol modeli olabilirsiniz. Bozulan eşyaları hemen yenisiyle değiştirmek yerine tamir ettirmenin önemini çocuğunuza anlatabilir ve örneklerle gösterebilirsiniz. Alışveriş kataloglarının tüm zamanınızı almasına izin vermeyin. Bütün boş vaktinizi alışveriş merkezlerinde ve mağazalarda geçirmeyin. Alışverişin bir hobi veya zaman geçirme aracı olmadığını gerçekten ihtiyaç duyulan zamanda ihtiyaç duyulan şeyler için alışveriş yapıldığını model olarak gösterin.

Çocuğunuza verebileceğiniz en iyi hediyenin ona ayıracağınız zaman olduğunu hatırlayın. Yoğun şehir hayatının içinde koşuşturmanın arasında çocuklarımızla yeterince vakit geçiremediğimiz için yaşadığımız suçluluk duygusunu telafi etmek için çocuklarımızın isteklerine boyun eğmeye başlarız.

Gerçek ihtiyacını ve duygusunu anlamaya çalışın. Bazen çocuklar duygusal bir ihtiyacı tatmin için somut nesnelere yönelirler. Asıl ihtiyacı vitrindeki oyuncak olmadığı için de o oyuncağa olan ilgisi çok kısa bir sürede geçer ve çocuk yeni bir istekle karşımıza çıkabilir. Çocuğun isteklerinin altında çoğu zaman bir yakınlık ihtiyacı veya duygusal bir boşluk hayal kırıklığı yer alır. Çocuğun gerçek ihtiyacı anlaşılır ve karşılanırsa çocuğun nesnelere ihtiyacı kalmayacaktır.
Çiğdem Bilgen
Uzman Klinik Psikolog
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 23.11.2015, 03:47   #63
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Günümüzde Ergen Olmak




Bugünün dünyasında ergen olmak bir kuşak öncesinden bile çok farklı olup ergenin karşısına çıkan uyaran bolluğu geçmişte hiçbir kuşakta görülmemiş çeşitliliktedir. Böyle bir çeşitlilikle baş etmek bunları düzene sokmak ve arasından doğru seçimleri yapmak ergen için olduğu kadar ebeveyn için de zordur. Ergenlik zaten kendi içinde karmaşık ve zor bir dönemdir. Artık çocukluktan çıkmış olan genç hayatla ilk kez tek başına ciddi pazarlıklara girer. Bir yandan "Ben kimim?" "Hayatımda neler önemli?" "Geleceğimi nasıl şekillendireceğim?" gibi sorulara cevap ararken bir yandan da bu gelişim evresinin karşısına çıkardığı fizyolojik ve duygusal değişimlerle baş etmeye çalışmaktadır.
Ebeveynler açısından bakıldığında ise benzer bir karmaşa onlar tarafından da yaşanmaktadır. Özellikle yardımcı olmaya çalıştıkları ilk çocukları ise ergenin karşılaştığı olayları onlar da yeni yeni tanıyor ve nasıl baş edeceğini kendileri de tam olarak bilmiyordur. Diğer bir yandan çevrenin sunduğu çeşitliliklere ve yeniliklere ergenler çok daha hızlı uyum sağlarken anne-baba onlardan geri kalmaktadır. Kendi gençliklerinde karşılaşmadıkları bu yenilikleri sindirebilmeleri onlar için daha da zordur. Kısacası ergenin sorularına cevap aradığı bu dönemde anne-baba kendisi de bir gelişim evresinden geçmektedir ve onlar da soru sormakla meşguldür.

Ailelerin bu zorlu dönemle baş edebilmelerinde çok önemli bir unsur aile içi sınırlardır. Her ailenin günlük yaşantısında izlediği bir tipik düzen bir karşılıklı etkileşim örüntüsü vardır. Bu düzen ya da örüntüleri şekillendiren etkenler o ailenin özel durumundan ailenin içinde bulunduğu kültürden ve evrensel bazı kurallardan kaynaklanır. Bu örüntüleri oluşturan ilişkiler zamanla aile içindeki sınırları belirler. Burada sınır sözcüğünden kastımız ailenin günlük işleyişini ve kimin kiminle ne şekilde davranabileceğini belirleyen kurallardır. Örneğin bir çocuk büyükleriyle ne şekilde konuşabilir kız ve erkek çocuklara nasıl ve ne kadar yaklaşmalıarada ne kadar mesafe bırakmalı anne- baba çocuklarına ne ölçüde karışabilir gibi. Dile getirilen ya da getirilmeyen bu tür konuları düzenleyen kuralların tümü aile içi ilişkilerde sınırları belirler.
Ailedeki en önemli sınırlardan biri de kuşaklar arası ilişkileri belirleyen sınırlardır. Bu sınırları da ikiye ayırabiliriz. Bunlardan biri kişiler arası uzaklık-yakınlık dengelerini belirleyen bir sınır olup kararların duyguların ve kişisel bilgilerin ne ölçüde paylaşılacağını belirler. Örneğin ergen önemli bir yere ne giyeceği konusunda annesinin fikrini alır anne teyzeyi kızına çekiştirir Ğ bu yakınlık boyutudur. Kuşaklar arası yakınlığın düşük olduğu bir ailede bireyler bağımsız olur ama yalnız da olabilirler. Yakınlığın yüksek olduğu bir ailede ise karşılıklı destek güvencesi vardır ve bununla birlikte bağımsızlık kısıtlanabilir.
Diğer bir sınır ise kuşaklar arası hiyerarşi ilişkisini içerir. Yani kimin kime üstün olduğunun son kararların kimin kararları olacağının belirlenmesi. Hiyerarşi iki alanda belirir: kontrol ve bakım / koruma. Kontrolden kasıt kimin sözünün geçeceğidir. Örneğin hangi yaşta neyi ne kadar yapmasına izin var? Bakım ve korumadan kasıt da şu: ergen sosyal çevrenin baskılarına uyum sağlamaya çalışırken kendi temel bakım ve güvenliğini tehlikeye atacak durumlarla karşı karşıya olduğunda anne-baba ne yapacak? Örneğin kızı diyet yapmak uğruna sadece meyve yemeye başladığında veya oğlu arkadaşlarıyla maça gittiğinde başka gruplarla atıştığında anne-baba ne yapacak?
Diğer tarafta ergenlerin ne yaşadığına bakacak olursak öncelikle ben kimim yolum ne gibi sorulara cevap ararken bir diğer taraftan da anne-babanın girişimlerini sorgular. Çocuklukta geliştirdikleri "en doğruyu annem-babam bilir" imajları gittikçe sarsılmaya başlar. Çevrelerindeki diğer anne-babalarla kendi anne-babalarını karşılaştırırlar. Zamanla tek doğrunun onlar olmadığını gördükleri gibionların hatalarını da fark ederler. Akran grubuna uymak için çabalayan ergen onların desteğiyle de anne-babasına karşı çıkmaya başlar.
Ergen bir taraftan anne-babanın müdahale ettiği her konuda daha fazla izin ve özgürlük isterken diğer bir taraftan bu özgürlükle nasıl baş edeceğini bilmez. Anne-babanın koyduğu sınırlarla savaşır ancak kendisinin ne kadar özgürlüğü taşıyabileceğini de bilmez. Dolayısıyla ergenlere verilecek özgürlükler her zaman için kendini koruyabileceği bir çerçevede olmalıdır. Örneğin 14 yaşında bir ergenin bara gitmesine izin verdikten sonra içki içmemesini bekleyemezsiniz.
Ebeveynler kendi değerlerini ve doğrularını çocuklarına aktarmaya ve onları potansiyel tehlikelerden korumaya çalışırken yaptırımcı gibi görünebilen girişimleri olabilir. Bu da kuşaklar arası çatışmaya yol açabilir. Bu çatışmalar bir ölçüde gelişimsel sürecin doğal bir parçasıdır. Burada önemli kriter çatışmaların düzeyidir. Çocukların kendilerini ve çevrelerini sorgulamaya hiç girmemeleri de bir problem teşkil eder. Çocuklar büyümeye çalışırken belli bir ölçüde anne-babalarını itme ihtiyacındadırlar. Ebeveynlerin bunu bir ölçüde kabullenmesi ve taşıyabilmesi gerekir. Tepkileri çocuklarının bu ihtiyacını inkar ediponlara sırtını dönmek olmamalıdır. Çatışmalar ilişkileri tamamen koparmayla veya hiyerarşiyi tamamen ortadan kaldırmayla sonuçlandığı taktirde normal gelişimsel evrenin gerekleri aşılmış demektir.

Çatışmayla karşı karşıya kalan anne-baba çatışmayı çözmek için ne yapabilir? Ya "ben haklıyım" der ya "o haklı" der ya da "ikimiz de haklıyız" der. Anne-baba tamamen kendine paye verdiği zamanyani kendi otoritesini sürdürmek uğruna yaptırımcı ve aşırı koruyucu davrandığı taktirde hiyerarşiyi arttırır. Örneğin bilgisayarının başından kalkmayan çocuğunun bilgisayarını elinden alır. Bu durum zamanla ebeveyn diktasına kayabilir. Böyle bir tavırla karşılaşan ergen anlaşılmamışlık yaşayarak öfkelenir ve anne-babasıyla güç savaşına girebilir. Bu koşullar altında ergen anne-babasından uzaklaşırkendisine daha zararlı olabilecek çözümlere kayabilir. Anne-baba diyalog kopukluğuyla karşı karşıya kalıp korumak istediği yakınlığı yitirir. Aileden bu şekilde kopan çocuk birilerine bağlı olma ihtiyacı içinde alternatif aidiyetler arayıp yanlış adreslere gidebilir.
Diğer bir uçta çocuğuyla çatışmaya girdiğinde tamamen çocuğuna paye veren anne-babada da tam tersi bir durum söz konusudur. Çocuğun talepleri karşısında onu mahrum etmemek için makul olduğuna inandığı sınırları koruyamaz. Örneğin cep telefonu olduğu halde arkadaşlarındaki en yeni modeli isteyen çocuğuna yeni telefon alır. Bazı durumlarda ise anne-baba çocuğundan korkar. Onun kararlı ve ısrarcı tavrından ve bunun doğuracağı sonuçlardan çekinir. Onlar kadar kararlı bir şekilde fikrini savunamaz. Veya kendi kurallarının doğruluğundan emin olamaz ve mesajları açık bir şekilde veremez. Umar ki sevgisi ergeni durdursun. Anne-babası kendisiyle net olmayan genç de kendince doğru bulduğu çözümleri uygular.
Anne-babanın aşırı müsamahakar olup denetimi tamamen çocuğa devrettiği durumlarda hiyerarşi tepe taklak olur. Ergen baş edemeyeceği bir özgürlükle karşı karşıya kalır. Anne-babasının aşırı ilgisi kendisini boğarken denetimsizlik ve başıboşluk onu ürkütür. Bu durumda kendisini yalnız kalmış hisseder ve ailesine güveni sarsılır. Çözüm olarak güvende hissedeceği ve destek bulabileceği başka bir grup arayışı içine girebilir. İpleri tamamen çocuğun eline bırakmış anne-baba da endişe içinde kurduğunu sandığı yakınlıktan faydalanıp ergenin hayatında neler olup bittiğiyle ilgili bilgi koparmaya çalışır.
Her iki durumda da ergen desteksiz ve yalnız anne-baba ise çaresiz kalır. Her iki taraf da gittikçe birbirlerinden koptuklarını fark edip telaşa kapılırlar. Geriye sağlıklı tek bir yaklaşım kalıyor: "Her ikimiz de haklıyız". Bu yaklaşımda tarafların duygularının anlaşıldığını hissetmesi ve çözümü birlikte üretmeleri esastır. Örneğin şehirden çok uzakta oturan bir ailenin 14 yaşındaki çocuğu aynı sitedeki arkadaşıyla birlikte taksiyle şehir merkezinde arkadaşlarıyla buluşmak ister. Anne-baba çocuğu için arkadaşlarıyla buluşmanın önemini anlar ama taksiyle tek başına gitmesini doğru bulmaz. Sonuçta birlikte konuşup farklı birkaç alternatifi tartıştıktan sonra arkadaşıyla birlikte onların şoförüyle gitmelerinde karar kılınır.
Burada önemli olan çocuğun talebine duyarlı olmak gerekçelerini dinlemek ancak koyulan kuralın çocuğun emniyeti için ya da ailenin ortak huzuru için olduğunu belirtmektir. En önemlisi anne-babanın kendi gerekçelerini açık bir şekilde sahiplenerek ortaya koymasıdır. Çocuğun farklı düşünce ve öncelikleri hatta değerlerinin oluşmakta olabileceğini kabul etmek gerekir. Çocuktaki farklılığı kabul etmekfarklılığa boyun eğmek demek değildir. Anne-babanın kurallarının hep esneyeceği anlamına da gelmez. Ama bir pazarlığın ilk kuralı tarafların farklı pozisyonlardan yola çıktığını kabul etmektir.
Pazarlık sözcüğü burada çok yerindedir çünkü karşılıklı fikir/talep alışverişinde taviz olasıdır. Ancak çocuğun sesini duyurma talebini dile getirme hakkı her istediğini yapma hakkı değildir. Aynı şekilde anne/babaĞçocuk yakınlığı - "arkadaşlığı" - da eşitler arası sınırsız yakınlık anlamına gelmez. Sonuç olarak anne-baba ebeveyn rolüne sahip çıkabilmeli ailede temel yetkili ve sorumlu kişi olduğunu unutmamalıdır. Bunun yanı sıra çocuğunun kendine yakın ama ayrı bir varlık olduğunu bilmeli ve buna saygı duymalıdır. Ergenin dünyasını anlayıp onu yakından takip etme ihtiyacını ve mesajını onun korumak istediği sınırlarını aşmadan yapmak gerekir.
Prof. Dr. Güler Fişek
Uzman Klinik Psikolog Virna Gülzari
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:09   #64
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Hayat Bir Aynadır




“Hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz o da size gülümser.” Yaşamını iyileştirmek isteyen herkes ilk önce olumlu düşünmeyi öğrenmelidir. Çünkü düşünceler inançları inançlar davranışlarıdavranışlar da çevre ile etkileşimi belirler. Zihni sağlıklı olanların bedenleri de daha sağlıklı olur. Dolayısıyla olumlu düşünce hayatın kalitesini ve süresini de artırır.
Olumlu düşünce yeteneği öğrenilebilecek bir yetenektir. Bu yeteneği geliştirmek için başkalarının deneyimlerinden faydalanmak etkili bir ilk adım olur. Dolayısıyla çevredeki iyimser insanları belirleyiponları örnek almak olumlu düşünce yeteneğini geliştirmeye yardımcı olur.
Olumlu düşünme yeteneğini kazanmak için insan öncelikle kendisiyle barışık olmalıdır. Bunun için düşüncenin söylemlerin ve eylemlerin tutarlı olması gereğini hiç unutmamalıyız. Bu tutarlılık gösterilmediğinde hem toplumun güveni yitirilir hem de insanın iç huzuru zedelenir.

En acımasız kritiği insanlar çoğu zaman kendileri yaparlar. Hatasız kul olmaz. Yapılan hataları eleştirmek yerine kendini geliştirme fırsatı olarak görmek daha yapıcı sonuçlar verir. Olumlu düşünmekhataları reddetmek değil onları birer iyileştirme fırsatı olarak görmek demektir. Olumlu düşünmek hataların bir daha ki sefer nasıl önlenebileceğini düşünmek ve bunun için plan yapmaktır.
Bu yaklaşımı çevrenizdekiler için de uygulamak insanların sizinle daha olumlu bir etkileşim kurabilmesine yardımcı olur. Bir adada tek başına yaşamanın güçlüğünü göz önüne getirdiğimizde çevremizle etkileşimin hayatımızın ne kadar önemli bir parçası olduğunu daha iyi anlarız. Bu etkileşimin kalitesini artırmak hayat kalitemizin de artırılmasına yardımcı olur.
Olumlu düşünebilmek için cümlelerinizden olumsuz kelimeleri silmeye çalışın. Bu yaklaşım her olayın olumlu yönlerini görebilme yeteneğini geliştirmeye de yardımcı olur. Çünkü kelimeler düşünceyi ve inançları tetikler.
Hayata yaklaşımda sorumluluk almak ancak esnek bir yaklaşımı benimsemek olumlu yaşam için önemli bir girdidir. Hayatta ulaşmak istediklerimizin kendiliğinden gelmeyeceğini geleceği şekillendirmek için bugünden çaba gösterilmesi gerektiğini kavramalıyız. Ancak geleceği şekillendirmenin geleceği belirlemek manasına gelmediğini de anlamalıyız.
Dolayısıyla zihinsel açıdan sağlıklı olabilmek için gerçekleri kabullenmeyi de öğrenmek gerekir. Ancak gerçekleri kabullenmek onlara boyun eğmek demek değildir. Önemli olan gerçekleri görmek ve onlardan değiştirebilecek olduklarımız için yapıcı eylemlerde bulunmaktır.
Olumlu düşünmek ve olumlu yaşamak için insan kendine ve çevresine güvenmelidir. Hayatı sadece onu değiştirebileceğine inananlar iyileştirir. Kendine ve çevresine güvenen inançlı ve azimli insanlar hayatın kalitesini geliştirir kendileri ve çevreleri için mutluluk kaynağı olur.
Dünyada iki büyük güç vardır: biri korku diğer ise inançtır. Olumlu düşünebilmek için insanın korkularını da yenmesi gerekr. Korkuları yenmenin en etkili aracı ise inançtır.
Tanrıya inanmak hayatta değiştiremediklerimiz karşısında iç huzuru bulabilmeyi sağlar. Değiştirmek istedikleriniz için elinizden gelen çabayı gösterdikten sonra hayırlı bir sonuç beklentisiyle tanrıya havale etmek stresi azaltır ve daha sağlıklı bir hayat yaşamaya fırsat tanır.
Düzenli oarak fiziksel ve ruhsal egsersiz yapmak insanda olumlu düşünceyi sağlıklı ve dengeli yaşamı geliştirir.
Yaşam ulaşılan sonuçlar değil istenilene ulaşmak için yürüttüğümüz süreçtir. Bu süreçte bilinçli çaba göstermek tutarlı olmak çevremize güven vermek ulaşılan sonuçlardan çok daha büyük mutluluk kaynağıdır.
Bu süreçte en önemli ve kalıcı kazanımlardan biri de elde edilen sonuçlar değil öğrenimlerdir. Öğrenmek için sürekli bir çaba göstermek gelişmenin temelidir. Bu çaba gerçekleri kabullenme ve aynı zamanda onları değiştirme gücünü kazanmak için faydalıdır. Yaptığı işe inançla sarılan kişiler büyük bir coşku ile çalışırlar. Bu coşku onları başarıya ve olumlu etki yapmaya taşır. Bu nedenle insanın sevdiği konulara eğilmesi büyük önem taşır.
Hayatta en demokratik olarak dağıtılmış kaynak zamandır. Herkes için gün 24 saattir. Zamanı iyi kullanmak ve ileride değişmesini istedikleriniz için önceden adımlar atacak cesaret ve uzak görüşlülüğü göstermek insanın olumlu düşünce yeteneğini de geliştirir.
Olumlu düşüncenin temelinde sevgi yatar. Olumlu düşünebilmek için insanları sevmek onlara birşeyler kazandırabilmenin heyecanını yaşamak gerekir. Kendini iyi hissetmenin yolu içten bir duyguyla başkalarına yardım edebilmektir.
Hayatta iki değer var ki paylaştıkça artıyor: sevgi ve bilgi. Sevgisini ve bilgisini paylaşan insanlar en büyük zenginliğe kavuşan insanlardır.
Hayatta mutluluk olumlu düşünce ile başlar olumlu söylem ve eylemlerle gelişir paylaşılan sevgi ve bilgiyle doruğa erişir.
Dr. Yılmaz Argüden
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:12   #65
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Gürültü Ve Ruh Sağlığı





“Ses ve işitme” canlılara verilen en önemli özelliklerden ikisidir. İnsanlarda ses ve işitme temel ihtiyaçlar ötesinde yüceltilmiş bazı görevleri de üstlenmiştir. Güzel sisi duymak haz duygularını okşayan müzik melodilerini dinlemek dinlendirici haz verici şeylerdir. Bunlar sesin olumlu hoşa giden yanları iken birde hoşa gitmeyen türde sesler vardır ki işte o zaman “gürültüden” söz edilir.
Fiziki nitelikleri insanın diğer insanlarla ve çevresiyle olan ilişkileri bozduğunda veya o ses ile ortaya çıkan akustik enerji kişide gereksiz stres oluşturup gerçek fizyolojik yıkıma neden olduğunda ses “gürültü” olur.
Gürültü bugünün teknoloji çağında ferdi alanı tehdit eden hatta bunu ortadan kaldıran unsurların başında gelir. Bu sebeple de sıkıntı verici nahoş hisler uyandırıcı bir stres faktörü olarak ele alınmalıdır. Demek ki gürültü insanın gerek fiziki ve gerekse ruhsal sağlığı için stres yapıcı bir faktördür.
Affeksiyon orientasyon idrak dikkat hafıza zeka düşünce ve korunma melekeleri gibi psikolojik melekelerin birlikte düzenli ahenkli bir şekilde çalışmaları ile insan sağlıklı bir ruh yapısına sahip olur.

Gürültü ruhsal dengemizi etkiler. Gürültü beyin biyokimyasını etkilemekte mediatör maddelerin beynin omurilik sıvısındaki seviyesinde ve beyin dokusundaki miktarlarını ve aaaabolizmalarını değiştirebilir.
Hava kirliliği çevre kirliliği ve gürültü kirliliği de salgın hastalıklar gibi önem kazanmaya başladı. İnsan beyni dışarıdan birtakım tembihler alarak gelişir. Ancak bu tembihlerin onda “haz duygusu” meydana getirecek cinsten tembihler olması gerekir. Güzel bir dünya yerine çirkinliklerle dolu bir dünyayı seyretmek veya kuş cıvıltılarından veya tatlı musiki nağmelerine kadar gönlümüze hoş gelen şeyler yerinekulaklarımızı tahriş eden gürültüler içinde yaşamaya mecbur olmak sadece sinirlerimizi bozmakla kalmaz; meydana getireceği çeşitli kişilik kusurları sonucunda insanı içinde yaşadığı topluma düşman edebilir. Nice saldırganlık halleri gürültüye reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır.
Ses tembihi hem de bir musiki gibi ritmik tembihler rahim içi hayatta annemizin kalbinin atışlarını dinlemekle başlar. Sonra hayat boyu kendi kalp seslerimiz duyarız. O halde “sesin” farkına vardığımız ilk elemanı “ritim”dir. Ses çevremizdeki havanın ritmik titreşimleriyle hasıl olur. Bu titreşimlerin frekansı sesin incelik ve kalınlığını perdesini tonunu meydana getirir. Bir sesin bunun gibi belirleyici bir çok elemanı vardır. Bütün bunlar bizim sinir sistemimize ulaştıkları zaman bir zevk duygusun meydana getirecekleri yerde sıkıntıya ve huzursuzluğa sebep olurlarsa onun adına “gürültü” denir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi bugün musiki olduğu zannedilen birçok ses de aslında birer gürültü örneğidir.
Sesin İnsan Davranışları Üzerindeki Etkileri
Günümüzde insan teknolojik gelişmeye paralel olarak jet uçakları yer altı trenleri ve pop müzik konserleri gibi çok yüksek düzeyde arka plan gürültülerine alışmak zorunda bırakılmıştır. Bu tür gürültülerden şiddetleri 80 ile 120 desibel arasında olanlar normal konuşmayı imkansız kılar. Şehirlerde taşıtlar makineler gürültünün artmasına sebep olur.
Sesin insan davranışı üzerindeki etkilerini araştırmaya yönelen deneysel çalışmalar başlıca 5 grupta toplanır:

1- Genel olarak sesin davranış üzerindeki etkisi.
2- Sese ilişkin değişmeler karşısında fizyolojik tepkiler (audio - motor ya da duyu kanallarından).
3- Sese bağlı değişmeler karşısında psikolojik tepkiler (frekans ve şiddet değişmeleri karşısında).
4- Sese bağlı haberleşme sorunları (konuşma maskeleme ses kaynağının konumu ile ilgili sorunlar).
5- Sese bağlı olarak iş performansı (zihni işler sese bağlı şartlar ve arka plan müziği).

Sesin m e t a bolizma üzerindeki etkileri
Ses insanın varlığına da yokluğuna da en hassas olduğu uyaranlardan biridir. Araştırmalar göstermiştir ki sağırlık körlükten daha acı verici ve sinir sistemini bozan bir duyu kaybıdır. Bunu göz kapakları sayesinde zaman zaman görme duyusundan uzaklaşmamıza rağmen kulaklarda böyle bir kapak olmadığı için işitme duyusunun kaybına ait bir tecrübemizin mevcut olmamasına bağlıyorlar. Strese sebep olan olarak gürültünün spesifik tesiri kulakta kalıcı veya geçici sağırlık ise diğer etkileri de yukarıda sayılan ve ruh sağlığımızın bozulması ile kendini gösteren genel belirtilerdir. Gürültünün sebep olduğu kalıcı veya geçici sağırlık kişide şüpheciliğe saldırganlığa iç kapanıklığa sebep olur.

Eğer bir uyarıcı sinir sisteminiz için rahatsızlık kaynağı oluşturuyorsa ondan uzaklaşmaya çalışırız. Bu mümkün olmadığı taktirde o uyarıcının sinir sistemimize giriş kapılarını elimizden geldiğince örteriz. Bunun en tipik örneği Rock and Roll denen müzikle meşgul olan müzisyenlerin bir saat bu işi yaptıktan sonra 15 - 20 desibel seviyesinde işitme kaybı göstermeleridir. Bu sonuç organizmanın bir çeşit müdafaa reaksiyonu olarak ortaya çıkar. Eğer uzun süre böyle bir uyarıcıya maruz kalınırsa içe dönüklük sıkıntı ve saldırganlık gibi kişilik kusurları gözlenir. Rahatsızlık duygusu sinirlenme gürültüye karış verilen tepkilerin en yaygın ve karmaşık olanıdır. Gürültü ve yüksek ses dikkati dağıtır kişinin moralini bozar. Bu yüzden savaşlarda yüksek ses karşı tarafı korkutmak ve moralini bozmak için kullanılmıştır.
Gürültü kişide uyku bozukluklarına da sebep olur. Uyku sırasında kişiyi uyandıracak desibele varmayan ama uyartı niteliği taşıyan sesler onda sempatik tonus artışına neden olarak kan damarlarında daralmakalp atışlarında hızlanma kas tonusunda değişiklik yaparlar. Bunlar da onun derin uyku dönemine varmasına engel olur. Gürültüden etkilenmenin sürekliliği halinde uykusuzluk sinirlilik yorgunluk gibi hafif ruhi değişikliklerin yanı sıra hezeyanlı ve hatta paranoid durumlar gibi ileri derecede ruhsal bozukluklara da rastlanmıştır.
Sesin ruhsal açıdan gürültü niteliğini alması sırasında algı mekanizması işe karışır. O sesin kişi için taşıdığı anlam da sesin değerlendirilmesinde belli ölçüde rol oynar. Eğer o ses kişinin hoşuna giden bir olayı simgeliyorsa belki de daha alçak olan ama onun hoşuna gitmeyen bir olaya ait olan sesten daha az rahatsız edici nitelik kazanmıştır. Kişinin çıkarları da sesin gürültü olarak algılanmasında etkili olabilir.

Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu
İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
İç Hastalıkları Uzmanı (Psikiyatri)
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:34   #66
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Stres Ve Trafik Psikolojisi




“Stres” sözcüğü günlük hayatımızda hekimlik uygulamasında ve bilimsel alanda yayınlarda çok yaygın olarak ve değişik anlamlarda kullanılır. Tarihsel olarak Latince “Estricitia” fiilinden türemiş olup “basınç yüklenme gerilim zorlama” anlamına gelen bu terim günümüzde tıpta kullanılan anlamıyla genel adaptasyon sendromu çerçevesinde Selye tarafından bilimsel model olarak geliştirilmiştir. İşte henüz Selye tarafından psikiyatri ve genel tıp için geçerli bir model olarak ortaya atılışından bu yana yaklaşık 40 yıl geçmesine rağme günlük hayatımıza yerleşmiştir. Hatta bazı Batılı kaynaklar XIX. yüzyılın ilk çeyreği Orta Avrupa’sı gibi yeni bir sıkıntı stres çağının yaşanmakta olduğunu belirtir. Aslında bu terimle sembolize olan ya da anlatılmak istenen temel yaklaşım ileri uzmanlaşma sürecinde olan günümüz tıbbının insan varlığını ve hastalıkları biyolojik ruhsal sosyal bütünlüğü içinde ele alması gerektiği düşüncesidir.
Tıpta “stres” sözcüğü insanda zorlanmaya neden olan uyum ve dengeyi bozan fiziksel çevresel ruhsal toplumsal ve psiko - sosyal etkenleri organizmada bu etkenlere karşı gelişen olumsuz değişiklikler ve tepkileri anlatmak için kullanılır. Bu zorlayıcı etkenler hava kirliliği radyasyon kalabalık gibi fiziksel kimyasal çevresel; iş ev ortamı ve sosyal iletişim odaklarına ilişkin psiko - sosyal sıkıntı; korku hayal kırıklığı gibi psişik ve düşünce düzeyinde olabilir. Yaşam dönemleri ve krizleri başlı başına stres odaklarıdır.
Hızlı nüfus artışı dünya ve toplumdaki hızlı değişmeler bu değişikliklere uyum güçlüğü gelecek endişesiyle yapılarında ve insanlar arası ilişki ve etkileşimde değer yargısı çatışmaları kayıp olayları izolasyon kronik hastalıklar günümüz insanını etkileyen özel psiko - sosyal etkenlerden bazılarıdır.

Günümüz insanı artık belki ilkel biyolojik düzeyde tehdit edilmiyor; ancak işte yolda evde iç dünyasında düşüncelerinde iç çatışmalarında zorlanıyor. Fakat biyolojik savunma mekanizmaları ilk insanınkinden pek fazla farklı değil. Bu nedenle zorlamaya karşı davranış düşünceye ait savunma düzenekleri ve sosyal koruyucu yöntemler geliştirmek zorundadır. İşte çok değişik zorlayıcı hayat vakaları kişiye topluma yaşa kültüre benlik gücümüze ve benzer birçok etkene bağlı olarak psiko - sosyal sağlığımızı ve uyumumuzu etkiler.
Biyolojik çevrenin aaaabolizma üzerinde etkileri
Devamlı dışarıda görev yapan insanlar; atmosferdeki metorolojik elementlerden canlı organizması üzerine etkisi bulunan ısı nem hava basıncı güneş ışıması süresi hava basıncının alçalma şiddeti alçalma türühava bulanıklığı bulutlanma derecesi rüzgar yönü ve hızı hava içindeki maddeler ve bunların yoğunluğu ve gücünden çok fazla miktarda tesir altında kalırlar.

Biyolojik çevreden etkilenme sonucu ortaya bedensel birtakım hastalıklar çıkar. Bunlardan söz etmek konumuzun dışında sayılır. Biz daha çok ruhsal rahatsızlıklardan ve problemlerden söz etmek istiyoruz.
Biyolojik çevrenin kirlenmesi sonucu insanlar da bu işten nasibini alır. Çevre içinde beslenmeye yönelik maddelerin bozulması ya da yok olması insan sağlığı için bir sakınca oluşturur. Tabiatın yeşil alanlarkırsal ve sulak yöreler deniz kıyıları gibi gezinti ve görüntüsü insana hoşluk verip ferahlatıcı dinlendirici olan bölgelerin de yok olup daralması fiziki sağlığın yanı sıra ruh sağlığı açısından da zararlı bulunur.
Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu
İ. Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
İç Hastalıkları Uzmanı (Psikiyatri)
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:38   #67
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

"KADERİMSE ÇEKERİM" YA DA BİR SAVUNMA OLARAK KADER




Yaşantısında her insanın karşılaştığı ve aşmakta zorlandığı ya da aşamadığı bir çok güçlük olmaktadır. Bu güçlükler karşısında gösterilen tepkiler kişinin zorluklarla baş edebilme gücü ile ilişkilidir. Kimileri böyle bir durumda kendisinin ne gibi sorumluluğu olduğunu ya da sonucun oluşmasında kendisinin nasıl rol oynadığını araştırırken bazıları da olanlardan bütünüyle başkalarını sorumlu tutar. Toplumda yaygın görülen tepkilerden birisi de olup biteni “bir sorumlunun” olmadığı kadere bağlamaktır. Olumsuz sonuçlanan bir olayda kişinin yaşanılanı olduğu gibi kabullenmesi özsaygı ve değerlilik duygusunu yitirmeden kendisine eleştirel bir gözle bakabilmesi için belli bir psikolojik olgunluk gerekmektedir. Kader ise bağımsız davranamayan inisiyatif kullanamayan kendine güvenemeyen kendini güçsüz gören kısaca benlik gücü belli bir olgunluk düzeyine ulaşamayan kişiler için sığınılacak güzel bir limandır. Sığınılan bu limanda ne sorgulama ne değiştirmeye ne de değişmeye çabalama bulunmaktadır.

İslam dininin temellerinden biri olan kadere inanmak toplumumuzun yapısına işleyen insanların günlük yaşantısında önemli yer tutan ve yaşantılarını biçimlendiren önemli bir olgudur. Kuramsal açıdan bakıldığında kaderin tartışılacak bir çok yönü olabilir; fakat bu yazıda kaderin günlük yaşamda nasıl bir işlev gördüğü irdelenmeye çalışılacaktır.

Sözlükler incelendiğinde kader kavramının anlamı; yazgı alınyazısı bütün canlılar için yaratıcının önceden belirlediği ve değiştirmenin olası olmadığı yaşantılar olarak açıklanmaktadır. Kader şans bahtalınyazısı yazgı talih felek ve mukadderat birbirinin karşılığı ya da eşanlamlı olarak tanımlanan sözcüklerdir. Ancak günlük dilde bu sözcükler eşanlamlı olarak kullanılmamakta aralarında küçük -belki de büyük- farklar bulunmaktadır. Ancak hepsindeki ortak nokta kişinin istenci dışında gelişen olayları anlatmak ya da anlamlandırmak için kullanılıyor olmalarıdır. Genel olarak bakıldığında şans ve talih daha çok olumlu yaşantıları; kader alınyazısı felek ve mukadderat ise olumsuz yaşantıları ifade etmek için kullanılmaktadır. Kullanılan "şansı yaver gitmek" "insanda çirkin şansı olacak""kaderde bu da varmış" "kaderi kötü yazılmış" ve kamyon kasalarının arkasında sıkça görülen "kaderimse çekerim" gibi deyimler de bu farkı yansıtmaktadır. Piyangodan büyük bir miktar para kazanan kişi "şanslı bir adam" iken başına bir felaket gelen kişi ise "kaderi kötü yazılmış bir kişi"dir.
Kaderin kuramsal olarak yüksüz bir anlam taşıması gerektiği göz önüne alınırsa olumsuzluk yüklü olmanın neden kaderin kaderi olduğu açıklanması gereken bir durumdur. Kaderin yüksüzlükten olumsuzluk yüklü bir kavrama ve toplumun bir gereksinimini karşılayan bir düzeneğe dönüşmesi kuramsal anlamından başka bir işlev gördüğünü göstermektedir.

Yaşamda istencimiz dışında bir çok olayın geliştiği yadsınamaz bir gerçektir. Bu olaylar iyi ya da kötü sonuçlar yaratırlar. İnsanlar yaşamdaki belirsizliğin verdiği bunaltıdan kurtulabilmek için kendi istençleri dışında gelişen bu olaylara bir anlam verme ya da neden bulma çabası içine girerler. Bu noktada kader ve şans gibi kavramlar ortaya çıkar. Her ikisinde de kişinin kendisinin dışındaki bir güce yaptığı gönderme bulunur. Şans genellikle olumlu yaşantılarda seçilen kavramdır ve yaşanılanlar bir bunaltı yaratmadığından daha çok bir ödül gibi algılanır. Kader ise olumsuz sonuçlanan yaşantılarda gündeme gelmektedir. Yaşanılan deneyim hem bir nedene bağlanmalı hem de kişinin bunaltısı giderilmelidir. “Kaderim böyleymiş” diyen kişi yaşantısındaki kendi sorumluluğunu görmemekte olup bitenden bir başka gücü (tanrı kader) sorumlu tutmaktadır. Bu yaklaşım biraz incelendiğinde kaderin kişinin karşılaştığı sorunlarla baş etmede kullandığı bir yönteme dönüştüğü yani psikolojik anlamda bir savunma olarak işlev gördüğü görülmektedir.

Olumsuz bir olay yaşandığında kişinin karşı karşıya kalacağı iki olası durum engellenme ve/veya kayıptır. Bu engellenme ve/veya kayıp yaşantılarının kişide ortaya çıkaracağı duygular arasında kızgınlık/öfkebunaltı çöküntü değersizlik çaresizlik sayılabilir. Yaşananlarda kişinin kendisinin sorumluluğu olduğunda bu duygular daha da katlanılmaz bir boyut almaktadır. Kader tam da bu noktada kişinin kendi sorumluluğunu yoksaymaya ve ortaya çıkan katlanılmaz duygularla baş etmeye olanak sağlamaktadır. Yaşantısı ve onun duygusal sonuçlarıyla baş edemeyen kişi yaşantısını başka bir biçime dönüştürür. Karşı karşıya olduklarını olduğu gibi kabullenerek işleyebilecek psikolojik donanıma sahip olmayan bir kişi için bu dönüştürme sonuçlara katlanabilmeyi sağlayan bir zorunluluktur bir yandan da. Sonuçta ortada kişinin denetleyemediği dönüştüremediği ve teslimiyetçi bir kabulleniş ile yaşanan bir yaşantı kalır.
Daha ayrıntılı incelendiğinde psikolojide tanımlanan bir çok savunma düzeneğinin ortaklaşa işlemesi sonucu kader yaşantısının ortaya çıktığı görülmektedir. Savunma düzenekleri çatışma ve bunaltıya karşı psikolojik dengenin korunabilmesi amacıyla benliğin kullandığı bilinçdışı nitelik taşıyan zihinsel işlemlerdir. Kaderde kullanılan savunma düzenekleri arasında bastırma mantıksallaştırma/neden bulmayansıtma yadsıma yer değiştirme gibi savunma düzeneklerinin bulunduğu söylenebilir.

Bastırma dürtü anı istek duygu ve deneyimlerin bilinçdışına itilerek orada tutulmasını hedefleyen bir savunma düzeneğidir. Benlik kadere bağlanan yaşantılarla ilgili anı ve duyguları bastırmayaunutmaya çalışır; fakat bütün diğer savunma düzeneklerinin temeli olan bastırma düzeneği yetersiz kaldığından benlik anı ve duyguları bilinçdışına itebilmek için diğer savunma düzeneklerini de kullanmak zorunda kalır.

Yadsımada benlik kendisi için tehlike yaratacak anı ve duyguları yoksaymakta ya da görmemektedir. Kader olarak yorumlanan yaşantı ve duygular ile baş edemeyecek olan benlik bunları yadsıyarak yoksaymaya ya da görmemeye çalışmaktadır.

Günlük dilde "bahane bulma" deyimi ile açıklanabilen mantıksallaştırma/neden bulma savunma düzeneğinde benlik acı ve bunaltı veren yaşantıyı mantıklı ve toplumun onayladığı biçimde açıklamaya çabalamaktadır. Bu açıklamalar akla yatkın gibi görünür fakat kişinin kendisini ve çevresini kandırmasından başka bir şey değildir. Kader diyerek açıklanmaya çabalanan bir yaşantıda mantıksallaştırmanın kullanılması ile kişi sorumluluğundan ve onun ortaya çıkarabileceği duygulardan kurtulmaya çabalar olup bitenler kişinin kendisinin dışındaki başka şeylere bağlanır. Yaşantı bir yandan bir bütünlük içinde yeni bir anlam kazanmakta öte yandan da kişi toplumun onay verdiği bir yolla kötü yaşantısının sorumluluğunu yaratıcısının önceden belirlediği yaşantıya malederek varoluş sorumluluğundan kaçmakta ve bunaltısını azaltmaktadır.
Daha ayrıntılı incelendiğinde psikolojide tanımlanan bir çok savunma düzeneğinin ortaklaşa işlemesi sonucu kader yaşantısının ortaya çıktığı görülmektedir. Savunma düzenekleri çatışma ve bunaltıya karşı psikolojik dengenin korunabilmesi amacıyla benliğin kullandığı bilinçdışı nitelik taşıyan zihinsel işlemlerdir. Kaderde kullanılan savunma düzenekleri arasında bastırma mantıksallaştırma/neden bulmayansıtma yadsıma yer değiştirme gibi savunma düzeneklerinin bulunduğu söylenebilir.

Bastırma dürtü anı istek duygu ve deneyimlerin bilinçdışına itilerek orada tutulmasını hedefleyen bir savunma düzeneğidir. Benlik kadere bağlanan yaşantılarla ilgili anı ve duyguları bastırmayaunutmaya çalışır; fakat bütün diğer savunma düzeneklerinin temeli olan bastırma düzeneği yetersiz kaldığından benlik anı ve duyguları bilinçdışına itebilmek için diğer savunma düzeneklerini de kullanmak zorunda kalır.

Yadsımada benlik kendisi için tehlike yaratacak anı ve duyguları yoksaymakta ya da görmemektedir. Kader olarak yorumlanan yaşantı ve duygular ile baş edemeyecek olan benlik bunları yadsıyarak yoksaymaya ya da görmemeye çalışmaktadır.

Günlük dilde "bahane bulma" deyimi ile açıklanabilen mantıksallaştırma/neden bulma savunma düzeneğinde benlik acı ve bunaltı veren yaşantıyı mantıklı ve toplumun onayladığı biçimde açıklamaya çabalamaktadır. Bu açıklamalar akla yatkın gibi görünür fakat kişinin kendisini ve çevresini kandırmasından başka bir şey değildir. Kader diyerek açıklanmaya çabalanan bir yaşantıda mantıksallaştırmanın kullanılması ile kişi sorumluluğundan ve onun ortaya çıkarabileceği duygulardan kurtulmaya çabalar olup bitenler kişinin kendisinin dışındaki başka şeylere bağlanır. Yaşantı bir yandan bir bütünlük içinde yeni bir anlam kazanmakta öte yandan da kişi toplumun onay verdiği bir yolla kötü yaşantısının sorumluluğunu yaratıcısının önceden belirlediği yaşantıya malederek varoluş sorumluluğundan kaçmakta ve bunaltısını azaltmaktadır.
Kullanılan diğer bir savunma düzeneği de öfkenin hedefini değiştiren yer değiştirmedir. Kişi kaderine sövüp sayarak yaşadığı kızgınlığı/öfkeyi kadere boşaltmaktadır. Olumsuzluk içeren ya da zarar vericikişiyi zorlayıcı bir deneyimde kişinin olayın sorumlularına karşı (kendisi çevresi ve yaratıcı) öfkelenmesi beklenen bir durumdur. Yaşananlar kader diye yorumlandığında kişi bütün bu öfkesini olup bitenden sorumlu olanlara değil kadere yönelterek onlara yönelttiğinde ortaya çıkabileceğini varsaydığı sonuçlarından kurtulmaktadır. Yaşanılan kötü deneyimler ya da gerçekleşmeyen beklentilerin kişide yarattığı öfke/nefret yaratıcıya yönelemeyeceği için burada ustalıklı bir şekilde kaderi yazan yaşanılanlardan sorumlu tutulmayarak öfke kadere yöneltilmektedir. Yaşananların onun tarafından bir sınanma olduğu şeklinde mantıksallaştırma öfkenin kadere yöneltilmesini kolaylaştırır. Sonuç olarak öfkenin hedefi adeta nesnesizleştirilmektedir. Kader ve şans bir arada düşünüldüğünde kaderin daha fazla dinle ilişkilendirilmesi yaratıcıya duyulan gizli bir öfkenin işareti olabileceğini akla getirmektedir.

Kötü yaşantıların kaderle ilişkilendirilmesinde kullanılan diğer bir savunma düzeneği yansıtmadır. Yansıtmada dürtü anı ya da duygular dışarıya aktarılıp yansıtılıp dışarıdaymış ya da dışarıdan kendisine yöneltiliyormuş gibi algılanır. Olup bitende kişi kendi sorumluluğunu ve olası olarak da ortaya çıkan öfkesini kadere yansıtarak bu duygulardan kurtulmaya çabalamaktadır. Yaşanılan kötü deneyimher şeyi önceden bilen ve belirleyen yaratıcıya karşı öfke duygusuna yol açacaktır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bu bunaltıyı azaltmayacak aksine arttıracaktır. Bu noktada benlik bu duyguyu yadsıyıp ardından da "bana kaderimin bir oyunu mu bu" diyerek kaderin (belki de bilinçdışı süreçte yaratıcısının) kendisine kızdığı nefret ettiği ve bu nedenle cezalandırdığı şeklinde yansıtır. Bu şekilde bunaltı giderilmeye çalışılır.
Doğada ve yaşamda istencimiz dışında gelişen olaylarda kişinin kendi sorumluluklarını/çatışmalarını görmesi kolay katlanılabilen bir şey değildir. Kader "edilgin inisiyatif kullanamayan kırılgan güçsüz bağımlı" nitelikler taşıyan kişilere bilinçli ya da bilinçdışı düzeyde başedemedikleri yaşantılarla başedebilme yolu açmaktadır. Bu yaşantıların yaratabileceği değersizlik çaresizlik ve suçluluk duyguları ile baş edilmesine olanak sağlar. Kadere bağlama "teslimiyet"i "kabulleniş"i "çaresizlik"i ifade etmektedir. Bir bakıma kader varolma sorumluluğunu üstlenemeyenyetersizlik ve eksikleriyle yüzleşemeyen kişilerin bedelini kendilerine yabancılaşma ile ödedikleri bir kaçıştır.

Kader bir savunma olarak incelendiğinde insanımızın kendini ve dünyayı algılayış şekli hakkında fikir vermektedir. Toplumumuzda gördüğü işlev göz önüne alındığında kaderin bir kısır döngü olduğu görülmektedir. Döngünün bir ucu kendini "güçsüz çaresiz bağımlı kabullenici teslimiyetçi..." bir kişi olarak gören yapı diğer ucu ise kendini doğuran toplumsal yapıyı ve kişiyi biçimlendiren süreçtir.

KAYNAKÇA:
1. Gençtan E (1997) Psikodinamik Psikiyatri Ve Normaldışı Davranışlar 13. basım Remzi Kitabevi İstanbul.
2. Öztürk M O (1997) Ruh Sağlığı Ve Bozuklukları 7. basım Hekimler Yayın Birliği Ankara.


E. Oryal Taşkın - Erol Özmen
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi
Psikiyatri Anabilim Dalı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:48   #68
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Çocuğun Psikososyal Gelişiminde Büyükanne Ve Büyükbabanın Yeri Ve Önemi



Bebek ya da çocukların psikososyal gelişiminde büyükanne/babaların rolleri ile ilgili araştırma sonuçları çelişkilidir. Onların işe karışmaları ile gelişim üzerine olumlu etki olduğunu bildiren sonuçlar yanında hiçbir etkinin olmadığı hatta olumsuz etkilerin olabileceğini bildiren araştırma sonuçları da vardır.

Bu konudaki çalışmalarda farklı sonuçlar elde edilmiştir. Acil servis poliklinik ve sağlık merkezine başvurularda getiren kişi birlikte gelen kişi ya da sağlık kurumuna başvuruyu öneren kişiler sorulduğunda sıklıkla büyükanne/babaların etkili olduğu belirlenmiştir.

Büyükanne/babaların çocuğun gelişimi üzerindeki rolü ya da etkilerini gözden geçirirken belirli başlıklar altında ele almak uygun olacaktır.

Normal sağlıklı çocuğun gelişiminde rolleri:

Çocuk psikiyatrisinde bebeğin psikososyal ya da psiko¤¤¤¤üel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda; ilk 9 ay (ortalama ilk yıl) içinde bebeğin "Temel bakımı veren bir kişi" ile sürekli tutarlı ve karşılıklı güvene dayalı doyurucu ilişkisinin önemi konusunda fikir birliği vardır. Burada özel bir kişi verilmemektedir. Genellikle annenin fiziksel ve ruhsal sağlığı ile ilgili önemli bir sorun yoksa temel bakımı veren kişi annedir ve bebek için yaşamın ilk yılında anne ile olan ilişki önemlidir.

Gebelik doğum ve doğum sonrası anne sağlığı ile ilgili olası sorunlar yanında bu döneme özgü ruhsal bozukluklar göz önüne alındığında temel bakım veren kişinin her zaman anne olamadığını biliyoruz. Bu dönemdeki ruhsal sorunlardan; annenin gebelik öncesi ruhsal sorunlarının alevlenmesi annelik hüznü postpartum depresyon ya da psikoz gibi bozuklukları bebeğe bakım vermesini kısa ya da uzun süreli engellemektedir. Bu durumlarda Temel bakım veren kişinin çocuğu gerçekten seven ve ona bağlanacak bir kişi olması gerekmektedir. Bu da kan bağı olan bir yakın olmalıdır.

Annenin çalışması diğer fiziksel yakınmaları çocuktan kısa süreli ayrılmaları. İlk yıl içinde temel bakım veren kişiden uzun süreli ayrılmaları önermiyoruz. Bebekte nesne sürekliliği oluşmadığındanannenin ayrılması ve yeniden döneceğine ilişkin zihinsel-psikososyal gelişim yoktur. Bu dönemde anneden ayrılan süreye göre çocukta çeşitli belirtiler görülmektedir. Özellikle hastaneye yatışlarda bilindiği gibi yuva hastalığı ya da anaklitik depresyon adını verdiğimiz ağır depresyon tablosu oluşabilmektedir. Bu dönemlerde de çocuğun kısa süreli bakımında büyük anne babalar devreye girebileceklerdir.

Çocuk 9 aydan sonra anne babadan kısa süreli ayrılabilmekte ancak kreş gibi okul öncesi kurumlara uyum sağlayabilmek için gerekli sosyalleşmeyi yaklaşık 2.5-3 yaşında kazanmaktadır. Çalışan anne babaların giderek arttığı çevremizde kreşe kadar olan dönemde çocuğun bakımı ile ilgili sorun ortaya çıkmaktadır. Şimdiye kadar olan deneyimlerimizden; bu dönemde sıklıkla bakıcı anne ya da ablaların devreye girdiğini biliyoruz. Sizlerin sıklıkla tanık olduğunuz kaza ve yaralanmalar bu dönemde olmakta çocuğun dil ve motor gelişim gibi birçok alandaki gelişimi bu bakıcılar tarafından karşılanamamakta hatta çocuklar kontrol edemediğimiz bu ilişki sırasında çeşitli ihmal ve istismarlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Kendini koruma ve ifade etmeden yoksun olan bu yaş grubunda da bu ara bakımın çocuğu sevebilecek kan bağı olan kişilerce verilmesini öneriyoruz. Sosyalleşmeye geçmede büyükanne/babalar bu dönemde önemlidir. Anne babadan çok yabancı olmayan tanık yüzlere geçme çocuğun uyumunu artıracaktır.

Bunun dışında ilk çocuklarına kavuşan deneyimsiz anne baba için bu dönemi yaşamış kişilerin deneyimleri de yararlı olabilir.
Bunun dışında çocuğun anne ya da baba kaybı ya da uzun süreli ayrılığı yaşadığı durumlarda da büyükanne/babaların rolü önemlidir.


Ancak bu sayılan olumlu katkılar yanında geçmişle ilgili aktarılan ve bilimsel olmayan büyükanne/baba deneyimlerinin çocuğun fiziksel sağlığı ile ilgili olumsuzlukları tartışılabilir. Bu çocuk yetiştirme ve psikosoyal gelişiminde de karıştırıcı olabilmektedir. Özellikle aile terapistlerinin üzerinde durduğu; anne baba için bağımsızlığını kazanmış ve yeni bir ev kuracak olgunluğa gelmiş bireyler değillersebüyükanne/baba için de yetiştirilen neslin evden ayrılmalarını kabullenecek olgunlukta değillerse iki ayrı ev hiçbir zaman oluşamıyor ve bireysel ya da eskilerden gelen özellikler farkında olmadan bebek anne-baba ilişkisine aktarılabiliyor.

Bunun sonucunda çocuğa farklı tutum ve mesajlar aktarılmaya başlıyor. Disiplin sorunları (bir yanda disiplin verilmeye çalışılırken diğer yanda hoşgörü tolerans) çocuk üzerinden aktarılan olumsuz duygu ve düşünceler (annen beceriksizin teki baban kızıma uygun biri değil) buna örnek verilebilir. Disiplin dışında çocuğun özdeşimi olumlu annebaba çocuk ilişkisinin bozulması gibi
Büyüklerin çocuğun gelişimi üzerine etkisinde şu özelliklerin de etkisi olduğunu düşünüyoruz: Birlikte ya da ayrı yaşama (çekirdek-geniş aile) Büyüklerin fiziksel sağlığı (hastalıkları kayıpları ve çocuğa gelişim dönemine göre etkisi) Anne babanın ekonomik bağımsızlığı ya da büyüklere bağımlılığı.
Boşanma sonucu dağılan ailelerde anne babadan biri çocukla yaşamakta ve diğer ebeveyn aralıklı çocuğu görmektedir. Böylesi ayrılıklar sıklıkla ayrılan eşler için travmatik olmakta ve eşler anne ya da babaları ile birlikte yaşamaya başlamaktadırlar. Bu ailelerde diğer ebeveynin yerine sıklıkla büyük anne ya da büyükbaba girerek anne ya da baba rolü üstlenmektedirler. Çocuğun gelişim dönemine göre birçok olumsuzluk başlamaktadır
Günümüz toplumunda giderek çekirdek aile (anne baba ve çocuklar) yaşantısına geçiş olduğu için büyükanne/ babaların bu karıştırıcı etkileri giderek azalmaktadır. Bakıcılar öğretmenler ve komşular gibi çocuğun yaşantısında kısa süreli etkileri olabilecek diğer karıştırıcılardır. Anne baba ve çocuktan oluşan aile içinde çocuğun gelişimi destekleniyor ve bu karıştırıcılar kısa süreli ya da kontrol edilebilir düzeyde kalıyorsa çocuğun ruhsal gelişimi açısından olumsuz ve kalıcı etkilerini görmüyoruz.

Hazırlayan: Doç. Dr. Selahattin Şenol
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:49   #69
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

BENCİLLİK Mİ YOKSA OTORİTEYE BİR İSYAN MI ?



Ülkemizde yaygın olarak görülen davranışlardan birisi de bazı değer yargılarından ve kurallardan günlük yaşamda kolayca vazgeçilebilmesidir. Bir çok örnek söylenebilecek olmasına karşın her gün trafikde yaşananlar en sık görülen ve en tipik örnekler olarak sayılabilir. Diğer yandan bu kişiler (aslında bu belki de hepimiz) ile konuşulduğunda ise çoğunun kurallara uyulmadığından yakındığı görülür.
İnsanların bir yandan yakındıklarını bir yandan da kendisine gelince hemen hiçbir rahatsızlık duymadan yapması ilk bakışta anlaşılması güç bir durum gibi görünmektedir. Bunları anlamaya çalışmada davranışın hangi bağlamda ortaya çıktığı ve kişinin o anda yaşadığı duygular anahtar rol oynayacak ögelerdir. Kişinin özümsediği bir kurala ya da değer yargısına hemen her konumda her koşulda her bağlamda uyması ve bunları çiğnemesi durumunda da utanç ya da suçluluk duygusu yaşaması beklenir.Yaşanan utanç ya da suçluluk duygusu ne kadar şiddetliyse kişinin gelecekte aynı davranışı yeniden göstermesi pek mümkün olmaz.
Toplumumuza bakıldığında ise sanki ortada “başkasının koyduğu ve kendisinin uyduğu” kurallar varmış gibi davranıldığı görülmektedir. Kurala uyulması için çoğu zaman kuralı uygulamak isteyen (belki de kuralı koyan olarak algılanan) otoritenin görünürde olması gerekmektedir. Diğer yandan kuralı çiğneyenin yaşadığı duyguya bakıldığında da kişinin daha çok başarı duygusu yaşadığı gözlenmektedir. Buradaki başarı duygusu bir rekabette kazanmanın verdiği hazza benzemektedir. Başkalarının hakkına saygı gösterme ve başkası ile eşduyum yapma kapasitesi felç olmuş gibidir. Böyle bir davranış biçiminin ortaya çıkıyor olmasının elbette bir çok nedeni olması gerekir. En kolay söylenebilecek olası nedenlerden birisi çocukların büyüklerinden bunu görüyor olmalarıdır. “Ne ekersen onu biçersin”in diğer yüzü “ne görürsen onu yaparsın”dır. Ekilen/görülen ya da biçilen/yapılan şudur: bazı kurallar vardır ama bunlar her zaman esnetilebilir; kimi zaman da hiç uygulanmaz hatta bazı özel durumlarda tersi bile yapılabilir. Sigara içme diyen ana-babanın kendisi içer. Beş dakika önce dedikodu konusunda nasihatlarda bulunan anne eve gelen komşusuyla dedikodu anlatma yarışına girer. Kişinin yaptığına kendince bir gerekçe bulması bir başka nedendir. Kendince mantıklı bir neden bulunduğunda kolayca esnetilir kurallar ve değerler. Örneğin kural anlamsız / yersiz bulunur. “Buraya bu trafik ışığının konulmasının hiçbir anlamı yok” diye düşünen bir sürücü kırmızı ışığa uymayacaktır elbette. Kuralları çiğnerken kendi mantığına göre kuralı çiğnemesine olanak tanıyan bahaneler ruhsal yapıdaki omnipotense ve narsisizme işaret etmektedir kanımca. "Bana bir şey olmaz" "benim gördüğüm en doğrusudur" “benim bildiğim en iyisidir” anlayışı bu görüşü desteklemektedir.
Toplumumuzda büyüklerin/otoritenin rolünün giderek değişmekte olması da bu davranışı etkileyen başka bir etmen olsa gerek. Aile içinde otorite konumundaki kişilerin (büyükbaba baba vs) aile içindeki erkinin giderek zayıfladığı görülmektedir. İşyerlerinde de kıdemli ya da yaşça büyük olma giderek üst olmak için yeterli olmaktan çıkmaktadır. Değişen ekonomik ilişkiler giderek bireyselleşmeye yol açan koşullardır. Bugün için ülkemize bakıldığında ise görülen başkasına ve onun haklarına saygılı bir bireyselleşme değil "ne olursa olsun haz alma" ilkesine bağlı bencilleşme gibi görünmektedir. Kurallara ya da değerlere uyanların kayıpları olması da insanların kural tanımamasını arttıran bir etmendir. Bir ceza görüyor olması bir yana yapanın yaptığının yanına kar kalması kurallara uymamayı pekiştirmektedir. Bir davranışın anlaşılmasında ona eşlik eden duygu da önem taşımaktadır. Ülkemizde görüldüğü kadarıyla kurala uyulmadığında yaşanan duygu elde edilen bir başarıyı anımsatan haz duygusudur. Bu başkasının/otoritenin koyduğu kuralı çiğneyebilmenin yarattığı bir duygu mudur kendi bildiğini okuyabilmenin yarattığı narsisistik büyüklenmecilik midir; yoksa ikisinin birlikte işlediği bir süreç midir yanıt bekleyen sorulardır. Başka bir deyişle bu “otoriteye bir isyan mıdır” yoksa “başkasını hiç dikkate almayan bir bencillik midir”.


Sonuç olarak görünen o ki esnek olmaya izin veren zihinsel yapıya sahibiz. Kurallara uyulmadığı zaman suçluluk ya da utanma duygusu yaşanmadığına göre kurala uymamanın davranışımıza yön veren zihinsel yapılara uymayan bir yönü yok gibi görünmektedir. Diğer yandan bu iki duygunun toplumumuzda başka zamanlarda fazlasıyla yaşandığı da düşünüldüğünde konu daha da karmaşıklaşmaktadır. Ancak ruhsal süreçlerle ilgili bütün denklemlerin birden çok formülü olduğu unutulmamalıdır.
Erol Özmen
Celal Bayar Üniversitesi Tıp FakültesiPsikiyatri AD Öğretim Üyesi


__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Eski 23.11.2015, 04:53   #70
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Romantik İlişkilerde Güven Duygusu




Kişilerarası ilişkiler üzerine yapılan çalışmalar göstermiştir ki güven çoğu ilişkinin ayrılmaz bir parçasıdır. Gerek arkadaşlık dostluk iş ilişkilerinde gerekse flört ya da evlilik ilişkilerinde önemli bir boyut ve sürdürülebilirliği açısından bir ön koşul niteliğindendir. Güvenin anlamına genel olarak bakıldığında bir bireyin diğerinin doğruluğuna ve dürüstlüğüne olan inancı şeklinde tanımlandığı görülmektedir. Özellikle aşk ve dostluk duyguları güven duygusunun olmadığı durumlarda temeli iyi inşa edilememiş bir bina gibidir. Ufak sallantılarda devrilmeye yıkılmaya hazırdır adeta.Stinnett ve Walters ın yaptığı çalışmalar güven duygusunun ilişkilerdeki güvenliği arttırdığını hareketlerdeki çekingenliği azalttığını ve bireylere duygularını ve hayallerini paylaşma özgürlüğü verdiğini ortaya koymuştur. O neill ve O neill tarafından yapılan çalışmalarda ise güven evli çiftler için evlilik ilişkisine kapılarını açmak ve kişisel ve kişilerarası ilişkilerdeki potansiyelini ortaya koymak için olmazsa olmaz şartlardan biri olarak görülmüştür. Lederer ve Jackson tarafından yapılan çalışmalara bakıldığında güven kavramının güven ile ne ifade etmek istediklerini belirlemek ve fenomenle ilgili tatmin edici ölçümler sağlamak için yeterince başarı sağlayamayan yorumlayıcı bir kavram olarak kullanıldığı görülmektedir (Larzerlere & Huston 1980 s. 595). Bu görüşlerden de anlaşılacağı üzere güven ikili ilişkilerde bireylerin savunma çeperlerini esneterek bir geçiş alanı sunmaktadır. Böylelikle karşılıklı ilişki içinde taraflar güvenleri oranlarında açıklık içinde davranmaya yönelebilmektedirler.
Literatürde özellikle kişilerarası güven ile ilgili durumları kavramsallaştırmış iki atıf yer almaktadır. Bunlardan birincisi partnerin yardımseverliği/iyilikseverliğiyle ilgilidir. Partnerler gerçekten diğerinin sağlığı ve selametiyle mi yoksa kendisiyle mi ilgilidir? Başka bir ifadeyle partner bireysel olarak mı hareket etmektedir yoksa birliktelik içinde mi? Bu yönelimler aynı kişilerarası davranışları yönlendirmektedir. Fakat bir partnerin temel yönelimi farklı kişilerarası davranışlara yönelmeyle ileriye dönük olarak bazı gelecek durumları hakkında tahminde bulunmayı etkilemektedir (Larzerlere & Huston 1980 s. 595). Yardımseverlik ile ilgili yapılan atfa biraz daha açıklık kazandırmak gerekirse partneriniz sadece kendi bireyselliği içinde mi hareket etmektedir? Yoksa yaşamında sizi de düşünerek birlikteliğinizin kabulü ve bütünlük algısı içinde biz olarak mı düşünmektedir? Aldığı kararları kendi için mi yoksa sizin birlikteliğinizi göz önüne alarak sizin iyilik ve selametinizi de önemseyerek mi ele almaktadır?
Kişilerarası güvene yönelik yapılan diğer bir atıf ise dürüstlük ile ilgilidir. Partnerimin gelecekle ilgili niyetleri konusunda bana doğruları anlattığına ne derece inanabilirim? Örneğin bir lisansüstü eğitim öğrencisinin eşi ona evlendikten sonra eğitimine devam etmesi için söz verdiyse eşi bu söze ne kadar güvenebilir? (Larzerlere & Huston 1980 s. 596) Bir başka ifadeyle Sevdiğiniz insan size verdiği sözleri gerçekleştirme konusunda ne kadar samimi? Yerine getirebilecek durumda mı yani onun vaatlerini gerçeğe dönüştürebileceğine inanmalı mısınız? Yoksa sadece avuntu olarak ya da konuşmanın akışı içinde lafın gelişi sözler olarak mı değerlendirmelisiniz? Verdiği sözlerde ne kadar dürüst ve vaatlerini ne kadar yerine getirebilir?

Partnerlerin dürüstlük ve yardımseverliğiyle ilgili olarak yapılan bu atıflar ilişkinin gelecek potansiyelini değerlendirmede oldukça önemli gerçeklerdir. Hedef kişinin algılayan tarafından dürüst ve yardımsever görülmesi algılayan için ilişkinin geleceğinin olumlu olarak yordanmasına neden olacaktır. Atfedilen yardımseverlik kişinin daha içten olmasına rağmen kendini rahat hissetmesine izin verecek ama bu yüzden de daha incinebilir bir hale gelme potansiyeli oluşturabilecektir. Atfedilen dürüstlük ise partnerin gelecekle ilgili samimi niyet gösteren itibari değeri için önkoşul olarak görülmektedir. Yardımseverlik ve dürüstlük kavramsal olarak ayrışmakla birlikte kişilerarası ilişkilerde birbirine dolaşık bir şekilde yer almaktadır. Eğer bir partnerin dürüstlüğü sorgulanıyorsa bu durum karşılıklı olarak onun yardımseverliğiyle ilgili şüpheye de yönelecektir (Larzerlere & Huston 1980 s. 596). Bu durum bir bakıma sevdiğiniz kişinin sizi de düşünerek adım attığı konusundaki dürüstlüğüne ve samimiyetine inanabilmeniz için onun sizi yaşamsal kararlarına ne kadar dâhil ettiği ile ilgili algınıza dayalıdır. Bu konulardaki herhangi bir şüphe güven konusunda bir boşluk olduğunu göstermektedir.
Böylece literatürde güvenin kavramsallaştırılması şu izaha yöneltmiştir: Güven bir kişinin diğer kişinin yardımseverliğine ve dürüstlüğüne inanma derecesiyle ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla çift ilişkilerinde güven genel güvenden ayrı bir yapıda değerlendirilmeye başlanmıştır. Zira genelleştirilmiş güven bir kişinin diğer insanların karakteriyle ilgili inanma yekûnudur. Çiftlerde güven; aşk kendini açma ve bağlılık gibi ilişkinin içtenlik nitelikleriyle bağlantılıdır. Güvenin bir partnerin diğerine yardımseverlik konusundaki atfıyla ilgili olarak ele alınışından beri diğer kişinin güven duygusu hissetmesindeki önemi ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu yardımseverliğin aşkın önemli bir boyutu olduğu da görülmektedir. Örneğin Ben yaptığım hemen her şeyi sevdiğim insan için yaparım. ifadesi bunu açıklamaktadır. Bu yüzden güven bir partnerin diğer partnere olan aşkıyla da ilgilidir. Partnerlerin birbirini daha iyi tanımasıyla birlikte birbirlerine yönelik atıfları daha tutarlı ve doğru hale gelmeye başlamaktadır. Dion ve Dion tarafından yapılan çalışmalarda evli çiftlerin aşkları ve duydukları güvenle evlilik öncesi aşamadaki çiftelerin aşk ve güven skorlarının karşılaştırılmasında evli çiftler lehine sonuçlar ortaya çıkmıştır. Fakat bireysel aşk ve güven skorlarına bakıldığında bunun zamanla ilgili olduğu yönünde bir bulgu elde edilememiştir. Dolayısıyla partnerlerin aşkı ve güveni; çiftler açısından aşk ve güven konusunda anlamlı sonuçlar vermekteykenbireysel aşk ve güven arasında aynı ilişki bulunamamıştır. Sonuç olarak anlaşılmıştır ki evli çiftlerin güven ve aşkı çıkan çiftlerin/sözlü çiftlerin güven ve aşkından daha yüksek olabilmektedir (Larzerlere & Huston 1980 s. 596). Buradaki bulgular bir bakıma zaman içinde bireylerin birbirlerini daha iyi tanıdıkları bu tanıma sonucunda güven duygusunda artış yaşandıysa karşı tarafa kendini açma ve bağlılık konusunda daha samimi olma açısından değerlendirilebilir. Evli çiftlerdeki güven duygusunun taraflarının birbirlerine bir ömür boyu birlikteliği vaat etmesi ve bunu yazılı bir şekilde onaylamasının getirdiği bir güvenden kaynaklandığı da düşünülebilinecek bir başka hususolarak değerlendirilebilir.
Altman ve Taylor tarafından yapılan çalışmalarda ise güven çiftlerin süregelen ilişkilerinde kendini açmasıyla ilgilidir ve bunu gerekli kıldığı ortaya çıkmıştır. Karşılıklı olarak kendini açma davranışı çoğu ilişkide karşılıklı güven ile ilgilidir. Bu yöndeki varsayımlar test edildiğinde ise yapılan çalışmalarda karşılıklı güven ve kendini açma davranışı arasında herhangi bir ilişki olduğu yönünde bulgular sunmamıştır. Ancak çiftler arası güven ile partnere kendini açma davranışı arasında pozitif bir ilişki çıkan çalışmalar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bağlılık açısından bakıldığında ise çiftler arası güvenin bağlılığın ön koşulu olduğu gözlenmektedir. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki güven düzeyi arttıkça bağlılık düzeyi de artmaktadır. Yeni evlilerde saptanan güven düzeyi nişanlı ya da nikahsız olarak birlikte yaşayan çiftlerden daha yüksek olarak bulunmuştur. Eski ilişkilerde hissedilen güvenin şimdiki yakın ilişkilerde olandan daha az olduğu düşünülmektedir (Larzerlere & Huston 1980 s. 597).

Sonuç olarak güven; karşılıklı ilişkilerin temel dinamikleri arasında yer alan bağlılık kendini açma ve aşk ile doğrudan ilişkili olmakla birlikte bu süreçlerin yaşanmasında zemin oluşturan bir yapı sağlamaktadır. Partnerlerin birbirlerinin dürüstlüklerine ve ilişkilerinde karşılıklı olarak birbirlerinin iyiliğini düşünmelerine paralel olarak çiftler arası güven durumundan söz edilebilinmektedir. Geleceğe yönelik niyetlerde partnerlerden birinin diğerini o yaşam planlarının içine dahil ediyor olması ilişki için önemli bir boyutken aynı zamanda bu planlamaya dahil etmedeki samimiyetine ve dürüstlüğüne olan inanç da bir o kadar önemlidir.
Son sözler;
Freud un Güç ve güveni hep dışımda aradım. Ama bunlar insanın içinden gelir. Ve her zaman oradadırlar.
ifadesi ve La Rochefoucauld un: Başkalarına karşı beslediğimiz güvenin en büyük kısmını doğuran kendimize olan güvenimizdir.
ifadesiyle olsun
Duygu Dinçer
Psikolojik Danışman
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
ilgili, makaleler, psikoloji


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 05:15.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.