Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Sağlığımız ve Hastalıklar > Psikoloji

Psikoloji Psikoloji, psikiyatri ve kişisel gelişim


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 21.11.2015, 03:48   #21
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

GERÇEKLİK




Modern fizik okumayı gerçekten çok severim. Fizikçi olmadığım ve yarısından çoğunu anlamadığım halde teorik fizik ve de özellikle kuantum fiziği yazılarını okumak bana büyük bir haz verir. Bunun bir sebebi de sanıyorum "aptal akılcılar" tarafından senelerce küçümsenip akıllı insanların dikkatlerinden kaçırılan kimi gerçeklere işaret etmesi. Artık madde ve enerji denen olguların aynı yapının ayrılmaz parçaları olduğunu ve aralarında dönüşümler bulunduğunu biliyoruz. Madde ve enerji gibi bir ayrım artık teorik düzeyde yok. Her şey birbiri ile bağlı ve devamlı. Enerji ve madde sürekli birbirine dönüşüyor. Ayrı ayrı tanımlayıp algılamaya alıştığımız ve isimler verdiğimiz tüm öğeler aslında tek bir gerçeğin bize görünen farklı yansımaları. Ama bunlar gerçekle karşılaştırıldığında son derece küçük ve anlamsız temsil ve yansımalar. Bunları artık mistikler ve din kitapları değil 20. Yüzyılın sonunda fizikçiler söylüyor. Yani neredeyse modern bir tapınak haline gelmiş olan bilim geleneksel yöntem ve anlayışlarının kendisine yetmediğini kendi kendine itiraf etmek zorunda kalıyor.
Bilimsel bilginin temeli deney ve gözlemdir. Gözlem doğadaki hadiseleri olduğu gibi inceleyip bu oluşlardan bir sonuç çıkarmaktır. Deney ise doğanın bir parçasını laboratuara taşır. İlgilendiği hadise üzerine etkisi olabileceği düşünülen etkenlerle oynayıp onları değiştirmeye çalışarak gerçek olayları değişik şartlar altında sınayan bilim adamı deneyden elde ettiği verilerle gerçek evrenin kuralları konusunda bir yoruma varmaya çabalar. Benim bile hatırlayabildiğim yakın bir zamana kadar (ve hatta yer yer bu gün bile) bu anlayışla yürüyen pozitif bilim adeta tek gerçek bilgi kaynağı olarak kabul edilmekte ve her şeyi ama her şeyi açıklayabilecek bir araç olarak algılanmaktaydı. Bilimciler böyle düşünmekte tamamen haksız da değillerdi. Öyle ya birkaç yüzyıldır batıdaki kilise egemenliğinden kurtulan hür insan aklının tamamen hür bir biçimde ürettiği bilimsel bilgi bir çok sorunu çözmüş ve bilinmezlerin büyük bir kısmını bilinir yaparak bir çok fayda sağlamıştır. Bu gün iki yıllık yolu 2-3 saatte kat edebiliyorsak bu modern bilimin verileri sayesinde olmuştur. Ama çok gelişmiş ve modern bir elektrikli süpürgenin sırf çok gelişmiş bir elektrikli süpürge olduğu için mutfakta yemek pişirirken bile kullanılmaya kalkışılması gibi bir işte karşılaşılacak olan kaçınılmaz hüsrana benzer bir şekilde pozitif bilimin de yeteneklerini abartan insanoğlu bir süre sonra kendisinin bina ettiği dar bir hücrenin duvarları arasında sıkışıp kaldı. Elbette bilim insanoğlunun etkinliklerinin en iyilerinden biriydi ama klasik anlayışlar sıradan yöntemler artık fayda etmemeye başladı. Newton neredeyse bir fizik peygamberi iken bu gün doğru ve yanlışları ile bilim tarihindeki yerine oturmuştur. Aynı akıbet Darwin Maxwell Bohr Einstein Hawking ve diğer tüm bilimciler için de kaçınılmazdır. Eğer kullandığımız araç insan aklı ise yanılmaya mahkumuz...
Az önce bahsettiğimiz algı konusuna geri dönelim ve bunuşimdiki bilim tartışmamız ile birleştirmeye çalışalım. Algılarımızın sınırlı olduğunu biliyoruz. Hatta sınırlı kelimesi bizim sınırlarımızı anlatmak için hiç de yeterli değil. Tüm duyularımız ve yapay araçlarımızla bile evrenin çok ama çok soluk binlerce perdeden geçen bir hayaliyle meşgul durumdayız. Ama bu evrenin çok güzel bir özelliği var. Ne kadar küçük bir parça veya temsil üzerinde çalışılırsa çalışılsın gerçeğe ulaşma şansı her zaman var. Çünkü yaşadığımız evren -modern fiziğin bize ima ettiği şekliyle- birbiri içinde girişken bir yapıda. Yani en küçük parçadan atom altı düzeylerden tüm gerçekliği seyretme imkanına sahibiz. Yeter ki uygun bir anlayış tarzı ile bakmasını bilelim.
Bana oldukça saçma gelen bir nokta algılarımızın bu kadar sınırlı olduğunu ortaya koyan modern bilimin yine bu algıların ve maddesel gözlemlerin sonucunda elde edilen sonuçları değişmez gerçekler olduğunu iddia edebilmesi. Gerçi bunu bilim değil bazı "bilimci"ler yapıyor ama biz genel konuşalım. Bu nasıl bir çelişki? Peki bunu kimse fark etmiyor mu? Elbette fark ediyor ama başka sebepler de var.
İnsanoğlu eskiden beri bilinmeyenden kokmuş. Hala da korkmakta. İnanmayan Hollywood yapımı korku filmlerinin konularına bir göz atabilir. Çoğu korku filmi bilmediğimiz hakkında hiçbir fikrimizin olmadığı (yani modern bilimin bize hiçbir şey söyleyemediği) konulardan kaynak alır: Cinler periler hortlaklar dış dünyalı yaratıklar şeytanlar akıl hastaları (evet akıl hastalıklarının bir çoğu da bilinmezler arasındadır) vb... Bu konulardan yola çıkılıp korku filmleri yapılıyor çünkü insanlar bunlar hakkında bir şey bilmediklerinden dolayı korkuyorlar. Özellikle materyalist bilim anlayışı tüm eğitim (veya şartlandırma) basamaklarına sinmiş olan batı toplumunun bireylerinin bu tip konulardan ödü patlar! Doğu toplumları ise kendilerine göre bu konulara karşı bağışık olduklarından ve her zaman ister istemez ****fizik düşünce tarzıyla yoğrulmuş bir yaşamı yaşadıklarından bu konulardaki korkuları daha azdır. Bu yüzden örneğin ülkemizdeki sinemalarda oynayan yabancı korku filmleri genellikle büyük şehirlerde rağbet görür. Kırsal kesim insanlarını cezbetmez bu konular. Peki bunun konumuzla alakası ne? İşte bilinmezin verdiği bu korku üç temel şekilde altedilebilmektedir. Birincisi veya daha eski olanı "ötelere" inanmaktır. Aşkın varlık veya varlıklara inanıp bilinmeyen her şeyi kayıtsız şartsız onların tasarrufuna vermek insanoğlunu rahatlatan bir yoldur. Sebebi sorgulanamaz çünkü kaynak zaten aşkındır. Var olan duyu algı ve bilgiler onun anlaşılmasında yetersiz kalır. Bunun isbatı veya çürütülmesi de söz konusu değildir çünkü bu kabul dogmatiktir öyle olduğu kabul edilir ve bu toplulukları ve fertleri rahatlatır.
İkinci çözüm temelde az önce bahsettiğim birinci çözüme tepki olarak ortaya atılmış bir çözümdür. Bu anlayışa göre bilinmeyen her şey henüz anlaşılamamış ama akılla çözümlenebilir bileşenlerden oluşan olaylardır. Yani anlayamayacağiımız hiç bir şey yoktur sadece "henüz çözemediklerimi" vardır. İşte özetle bu ifade yakın zamana kadar kayıtsız şartsız saltanat sürmüş olan katı-akılcı pozitif bilimcilik anlayışının da temelini oluşturur. Gerçi biraz paradokslara meraklı okuyucular bu ifadenin altında yatan paradoksu hemen göreceklerdir. Bilinmeyen şeylerin "bir gün bilinebileceği" düşüncesi tamamen dogmatiktir ve hiç bir bilimsel kanıtla temellendirilemez. Daha önce bilinmeyen kategorisinde yer alan olayların akılcılıkla bilinir hale getirilmiş olduğunu düşünsek bile bu durumun her şeyi kapsayacağını kabul etmenin aynen birinci çözümde olduğu gibi tamamen dogmatik ve rahatlatma amacına yönelik bir kabulden başka bir şey olmadığı ortadadır. Kısaca söylemek gerekirse çoğunluğu birinci çözümü doğrudan "ilkellik" olarak niteleyenlerden oluşan bu ikinci çözüm savunucularının çözümleri de en az o kadar dogmatik ve bilimsel anlamda geçersizdir.

Ama hepsi bu kadar değil elbette ki. Bir üçüncü çözüm daha var. Fakat bu çözümü görebilmek için insanın kendi yapısında var olmayan kendi biyolojik varlığıyla bağdaşmayan suni korkulardan onun olmayan amaçlardan ve garip altı boş arayışlardan kurtulmak yani gelişkin bir düşünce yapısına sahip olmak gerekli. Yukarıdaki çözümlerin ne kadar temelsiz olduklarını bir kez daha düşünüp modern bilimsel bilginin ışığında insanın elindeki cihazlarla neleri yapıp neleri yapamayacağını düşünmek aslında akıllı bir insanı doğrudan bu üçüncü çözüme götürebilir. Ben kendimce bulduğum bu çözümü şu şekilde ifade edebilirim. "Her şeyi kendi gerçeği ile anlamanın sırrı anlamaya çalışanın kendi sınırlarını bilmesinden geçer". Evet algının sınırlılığı korunma ihtiyacı gibi konulardan sonra vardığımız nokta burası. Algıları sınırlıanlayışı bağımlı ve bilgi kaynakları değişken olan insanoğlunun itiraf etmeye çoğu zaman çekinse de kolayca fark edebileceği bir durumu var. O da "aciz" olması. Sınırlı bir yaratık olarak yapamayacağı şeylerin mevcut olduğunun bilincine varması hiç de zor değil.
Bu üç çözümden birini tercih etmek durumunda değiliz elbette ki. Herhangi birisi debunların üçünün dışında bir rol önerebilir benliğine. Örneğin "adam sen de sana ne? Seyret televoleni hafta sonlarında gazetelerin verdiği sosyete eklerine bakarak salya bezlerini çalıştır kim daha yüksek sesle bağırırsa ona inan devlet babaya güven gazetenin önce spor sayfasına bak dayağın cennetten çıkma olduğunu aklından çıkarma sanatı aşağıla okuma ama televizyonu da ihmal etme vs vs..". Eğer Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında gezerseniz entel barlarda bir iki muhabbete şahit olursanız bir kaç yeni dönem Türk filmi seyreder de yeni sorunlarımıza daha yakından vakıf olursanız gazete bayileri önündeki beleş kuyruklarına daha dikkatli bakarsanız ve en çok satan gazetenin hangi marifetiyle en çok sattığına dikkat ederseniz maça gider de oynanan karşılaşma yerine tribünleri seyrederseniz televizyonunuzu açarsanız Reha Muhtar'lar ile tanışırsanız ve de en son TBMM'ni bir dolaşırsanız hem bu tip alternatif çözümlerin bir sürüsüyle rahat rahat tanışır hem de bir yerlerde otururken yanınızdakine "noolcak bu memleketin hali" diye sormaktan kurtulmuş olursunuz.
Kısacası bilim toplumu olmak ya da olmamak.... İşte esas sorun burada yatıyor. Sorgulayan anlayan ve kendini bilen fertlerden oluşan bir toplum elbette ki yetmiş küsür yıl aynı yüzler tarafından yönetilmeyi kabul etmez. Böyle bir toplum elbette ki haber bülteni çığırtkanlarının patrondan yazılı repliklerine göre hayat felsefesi düzmez. Ve elbette ki ancak ve ancak böyle bir toplum 21. yüzyılda kendi başına karar verebilecek bir düzeye gelir. İşte tüm bunların anahtarı da kanımca fertlerin kendini anlamasından geçer. Zor bir şey önerdiğimin farkındayım ama inanın bir kez tadıldığı zaman kesinlikle başka lezzete yer bırakmayan bir lezzettir bu. Kendini bilmenin lezzeti. Yunus'un anlattığı tarihimizin yakından bildiği ama her nasılsa bizim unuttuğumuz bir lezzet. Şimdi bu lezzetin tarifi burada biraz değişik belki ama herkes kendi tarifini yapmakta özgür öyle değil mi?

Alıntı




__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:50   #22
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile ilgili Makaleler

Alıntı:
Orjinal Mesaj Sahibi alkanaga Mesajı göster
Teşekkürler Suzi Hanım. Demek ki Psikolojiyi seviyorsunuz...

Diğer sitem psikoloji üzerine o yüzden seviyorum



__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
4 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:53   #23
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Alıntı:
Orjinal Mesaj Sahibi Cem1907 Mesajı göster
Benim kız kardeşimin kızı da psikoloji üstüne yüksek lisans yaptı.Ama ben bir şeyi tam anlayamıyorum.Psikoloji psikiyatri'den niye ayrılıyor?Evet Psikiyatr'lar aslen tıp fakültesi mezunudurlar ve ilaç yazma yetkisine sahip olmakla beraber,psikolojide esas olan terapi konularında da uzmanlaşmış olanları vardır.Neden bu ikisi birbirinden ayrılır,tam bilmiyorum?

Bir zamanlar okumuştum ama geçmiş zaman unuttum .
Yeniden araştırmak lazım .
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:57   #24
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

DUYGULAR




Duygular her gün ve her an iç içe yaşadığımız çeşitlerine isimler verdiğimiz ve onlarsız insan olamayacağımız bir takım kavramlar. Sevgi öfke aşk nefret kıskançlık intikam ve daha ayırdına varamadığımız niceleri. Bilim yapan veya entellektüel düşünmeye çalışan insanlar duygular konusunda da çağımıza özgü bir paradoks yaşamaya mahkümdurlar. Duyguların genellikle nesnel tabanları yoktur. Örneğin aşk için canını vermek hiç bir mantıksal temelle bağdaşmaz. Ama insanın doğasında bu ve buna benzer bir dizi garip özellikler vardır. Sorun bunların kaynağının nesnel veya mantıksal olmaması da değildir aslında. Sorun bunlarsız olamayan insanoğlunun evreni bunlar olmadan sadece akılla anlamaya çalışmasıdır. Neden mi?
Akıl elimizdeki araçlardan sadece bir tanesidir. Veya en azından şimdilik öyle düşünelim. Akıl mevcut verilerden hareketle bir takım sonuçlar çıkarmaya çalışır. Genellikle nedenselliğe yani neden sonuç ilişkisine göre çalışmaya şartlanmıştır. Genel bir akıl çalışma şeması mantık derslerinde gördüğümüz önermelerin tümünü sınayabilecek bir takım sorgulama devreleri içerir. Akıla göre "şu şudur bu budur öyleyse şu da bu olmalıdır" şeklinde bir mantık işler. Sonuca gitmek için tek araç değişik yollardan toplanan verilerdir. Bu verileri toplama yollarının ne derece güvenilir olduğundan da yukarıda bahsetmiştim. İşte akıl (biraz abartmış da olsam) yetenekleri bu kadar olan bir araçtır (burada dikkat: akıl olmadan hiç bir şeyi anlamak mümkün olmaz yani akılı da yadsımak mümkün değildir ama sınırlarını bilirsek).
Şimdi sağ elimizi kaldırıp bakalım. Anatomik yapısı el'den beklediğimiz tüm işlevleri yerine getirebilecek bir tarzdadır. Tutma kavrama yazma sayfa çevirme vs. Ayrıca bildiğimiz gibi alet yapabilmesi ve kullanabilmesi açısından insana diğer hayvanlara göre önemli bir üstünlük sağlayan da bir organdır el. Ama el sadece bu işe yarar. Midenizdeki yiyecekleri sindirmek için elinizi kullanamazsınız. Bunun için midede asit salgılayan mide hücrelerine ihtiyacınız var. Bunun yanında sadece insana değil hangi canlıya bakarsanız bakın vücudundaki her eleman ayrı bir iş görür. Gereksiz bir parça bulunmaz (apendiks falan diyen arkadaşlar varsa histoloji ve immünoloji kitaplarını karıştırmalarını öneririm). Zaten vücutta lüzumsuz bir parça bulunması bu günkü biyoloji bilimi ile çelişir. Pekala bunların konumuzla ne alakası var?
İnsan sadece eli ayağı midesi beyni vb. olan bir canlı değil. Hisleri de var. Ne kadar anlaşılmaz ve ne kadar karmaşık olursa olsun göz ardı edilemeyecek kadar etkili araçlardır duygular. Fakat onalrın ne işe yaradıkları da düşünülmeli. Öyle ya aşk diye bir duygu yeri geldiğinde organizmanın sağlığını ve hayatını tehlikeye düşürecek bir hal alıyorsa burada bir mantıksızlık var demektir. Acaba bunlar daha kompleks bir anlayış düzeyinin düşük seviyeli izdüşümleri olamaz mı? Yani bunlar göründüklerinden başka işlere de yarıyor olabilirler mi?
Özellikle batı yeni bilimsel verilerin ve kuramsal fiziğin geldiği son noktalarda garip bir takım bulgular ortaya çıkaran bilimciler bunlara anlam katabilmek adınason 20-30 yıldır değişik yollara baş vurmaya başladılar. Bunlardan bir tanesi de geçmişin öğretilerine bir göz atmak oldu. Özellikle 60'lı ve 70'li yıllar kavşağında yaşayan ve uzakdoğu inançlarının değişik uyarlamaları ile tanışarak yepyeni dünyalara adım atan gençler ileriki yıllarda elde ettikleri bulgularla eski felsefeleri arasında enteresan bazı benzerlikler farkettiler (bkz: Yeni Bir Düşünce; Fritjof Capra). Bu benzerlikler özellikle derinleşildiğinde insanı şaşırtıcı boyutlara ulaşabiliyordu. Eskiden büyülü sözler gibi duran kimi ifadeler yeni bilimin bulguları ile çoğu kez bire bir örtüşen esrarlı tesbitler haline gelmeye başladı. İşin garibi siklotronlarla yüksek matematik denklemleriyle süper bilgisayarlarla çalışan bu araştırıcılardan binlerce yıl önce ortaya atılmış bu verilerin tek kaynağı -kaynaklardaki ifadeyle- meditasyon ve derin düşünce -bazen de ilham veya vahiy- idi. Örneğin Budizm Taoizm gibi populer kültüre çoktan malolmuş öğretilerin garip ve hatta hayrete düşürücü sözler söyledikleri ortaya çıktı. Bu sözlerin tümünün ortak olan bir noktası da şuydu ki bunları söyleyenler deney ve gözlemlerle değil kendi içlerine dalarak gerçekleştirdikleri okuma dinleme meditasyon ve derin düşünceler sonucu geliştirdikleri "hisler" ile konuşmuşlardı. Zaten ilginç olan da buydu...
Amacım elbette ki içsel fikir yoksunu batılı bilimciler gibi doğu mitlerini büyütmek ve reklamlarını yapmak değil. Şöyle bir sonuç çıkarımı benim kulağıma daha hoş geliyor: Demek ki insanı gerçek bilgiye yaklaştırmada hislerin de bir fonksiyonu pekâla olabilir. Yani bilgi alımında bir başka kaynağın başka boyutların varlığının işaretlerinin de sezilmesi gerektiği düşüncesi...

Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:58   #25
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Eğitimde Korkunun İzi



Korku: “ Bir tehlike veya tehlikenin olabileceği durum karşısında duyulan kaygı ...”
Dünya değişiyor bütün değerler de revizyondan geçiyor. Çoğu kişi 21. yüzyılı ‘Bilginin altın çağı’ olarak tanımlıyor. Peki kendimizi pek sık kıyasladığımız gelişmiş batı toplumları bu çağa ayak uydurmak için eğitim reformları yaparken biz yeterli sayıda öğretmen ile yeterli sayıda öğrenciye ulaşıp onlara kaliteli eğitim verebiliyor muyuz?
Bütün bunlardan da anlaşılacağı gibi eğitimde korkutmanın ve bastırmanın etkileri çocuklarda negatif etkiler yaratıp bazen de kronik hale gelmesine sebep olur. Dünya değişip ileri teknolojilerini eğitime yansıtırken öğrenci merkezli eğitim yapıp araştırmacı-deneysel eğitim programları uygularken bizim eğitimcilerimizden baskısız düşünmeye ve soru sormaya motive eden iletişim kanalları açık olan bir eğitim sistemi istememiz herhalde çok fazla olmayacaktır.
Eğitim sadece gelişen çağa ayak uydurmak için değil aynı zamanda insanın kendini gerçekleştirme dürtüsünü tatmin için de çok önemli bir araçtır. A. Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisine göre; basit fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra piramidin en tepesinde kendini topluma kabul ettirme ve sevdirme yer alır. Bu da ancak iyi bir eğitim sonucu oluşan kendine güven ile oluşur.
Bunların yanı sıra yaşadığımız çevre ve aldığımız eğitim bizi biz yapan yapı taşlarıdır. Örneğin Gothe kişiliği bilgilenme ve koşulların oluşturduğunu söyler. İnsan duyguları birçok kez bu etkilerin sonucunda şekillenir.
Eğitimin bütün bu etkilerini belirttikten sonra gerçek ve kaliteli bir eğitimin nasıl olması çocuğa ne kazandıracağı aksi takdirde onlardan neleri alıp götüreceğine bakacak olursak; eğitimdeki en büyük engelin korku olduğunu görürüz. Çocuk annesinden veya alışıp güvendiği ortamından ilk defa ciddi anlamda uzaklaşıp yepyeni bir dünyaya adım atmaktadır. Aynı güven bağını kurabileceği bir yetişkin arar bu çoğu kez sınıf öğretmeni olur. Ona sevgi ve şefkat ile yaklaşan öğretmenini benimser ve sosyalleşmeye başlar. Aksi olan bir durumu düşünürsek örneğin sıkça bağıran hatta arada fiziksel şiddet gösteren bir öğretmen ile herhangi bir duygusal bağ kurması mümkün olmayacaktır.Bunun sonucunda da okula gitmede isteksizlik veya motivasyon kaybı gibi problemler ortaya çıkacaktır. Herzberg’in motivasyon teorisine göre başarı takdir edilme ilerleme ve yükselme imkanları motivasyon faktörleridir. Bu faktörler ile bireylerin çalışma isteği ve başarı arzusu artar. Bazı eğitimcilerin yarattığı bir diğer önemli konu da bir takım özel durumları olan çocukların üzerindeki psikolojik etkilerdir.Örneğin öğrenme bozukluğu olan bir çocuğu ele alalım. Zaten kendini başarısız gördüğü okulda birde durmadan bağıran bir öğretmeninin olması güvenini daha da çok kıracak hiçbir şeyi tam olarak yapamayacağı düşüncesi ile ya tamamen derslerinden kopacak ya da sıkça gördüğümüz içine kapanık bir yapı sergileyecektir.
Eğitimin bir diğer yüzü de aile içi eğitim değil midir? Hepimiz doğumdan itibaren dış dünya ile yoğun bir ilişki içine girip onu anlamaya çalışırız. Bu büyük turda bize en büyük rehberliği anne ve babalarımız yapar. Mizacımız yani doğuştan gelen gen gibi özelliklerimiz ile oluşurken karakterimiz öğrenme ile şekillenir. Buradan da anlaşılacağı gibi başta ailemizden öğrendiklerimiz daha sonra da toplumun bize kattıkları ile birbirimizden farklılaşır ve kimseye benzemeyen kişiliğimizi oluşuruz. Bütün bu öğrenme sürecinde çocuğu sindiripbastırmak hayata dair olan öğrenme tutkusunun sekteye uğrayacağından kendisini geliştirmede eksik ve yetersiz kalacaktır.
Disiplinin çocuk yetiştirmedeki en temel unsurlardan biri olduğu bugün herkes tarafından bilinmekte. Fakat bunu yaparken anne ve babaların dikkatli olması gereken nokta onları baskı ve yoğun bir kontrolün altına alacak özbenliklerini veya kendilerine olan saygılarını zedeleyecek hareketler yapmamaktır. Onlara belirli kuralları baskı bağırma hakaret veya fiziksel şiddet olmadan da bir sistem içinde verebiliriz. Eğer anne ve babalar kendine yetebilen sorumluluk sahibi ve özgür düşünebilen bireyler yetiştirmek istiyorlarsa korkutma ve sindirme yerine motive edici hareketler çocuklarının pozitif taraflarını destekleyen tutumlar sergilemelidirler. Bütün bunlara bakarak disipilini çok dikkatli kullanılması gereken bir araç olarak görmek gerekir. Çünkü verdiğiniz eğitim ve güven onun hayatının ileri safhalarında karşılaşacağı güçlükleri aşmada çok önemli bir rol oynayacaktır.
Onu eğitirken vereceğiniz tepkilerin yaptığı yanlış veya uygunsuz davranışı için olduğunu aslında onu sevdiğinizi alt mesaj olarak belirtmede yarar vardır. Bu onları yaptıkları yanlışa odaklayıp iç sorgulamalarını unutturacaktır.
Çocukları eğitirken çok yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri fiziksel şiddettir. Etkilerinin fizikselden çok psikolojik olduğu hatta bazı durumlarda ileri yaşlarda ortaya çıkan bir takım psikolojik kökenli rahatsızlıklara yol açtığı artık ispatlanmış bir gerçektir. Bunun yanı sıra aile içi eğitimde bir de sözle göz korkutmalar yaşanır. Örneğin; anne/babanın bu davranışı tekrarlarsa onu sevmeyeceklerini söylemesi terk etme tehdidinde bulunması gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyler hakkında göz korkutması (Şimdi oraya gelip bacaklarını kırarım polisler-çingeneler gelip alsın seni...) veya onu utandıracak veya küçük düşürecek cezaların verilmesi çocukta büyük reaksiyonlara sebep olabilir.
Bütün bunların sonucunda ileri yaşlarda kendine güveni olmayan yaptığı şeyler için kendini sorgulayan en kolay şeyler için bile çevredekilerden yardım isteyenürkek huzursuz hep yanlışı tekrarlayan doğruya hiç ulaşamadığını düşünen bireyler olacaklardır. Seligman’ın Öğrenilmiş Çaresizlik teorisine göre kötü yaşam deneyimleri yaşayan insanlar artık çaresizliklerini öğrendikleri içindepresyon geçirirler. Ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir şeyi kontrol edemediklerini düşünüp hayatlarında kötü giden her şeyi içselleştirirler. Yaşam deneyimlerimiz de çocukluktan başladığına göre yeni yetişen neslin yaşamlarını kendi kontrolleri altına almalarını anne ve babalar sağlayacaktır.

Kısaca özetlemek gerekirse artık değişen aile yapıları ve eğitim modelleri ile eğitimde göz korkutmanın yerini anlayış ve toleransın alması gerektiğini vurgulanmaktadır. Bunların genç ve çocuk nüfusun oldukça fazla olduğu toplumumuza da yansımaları eminim ki çok geç olmayacaktır...
Merve SOYSAL
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 04:00   #26
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Başarılı İnsanların Sırları



Bazı insanlar kendilerinin ve başkalarının hayatlarında önemli ve olumlu gelişimler sağlarlar ve başarılı olarak kabul edilirler. Başarılı insanlar üzerinde yapılan araştırmalar onların birçok ortak noktasının olduğunu ortaya koyuyor.

Öncelikle başarılı insanların yüksek bir özgüvene sahip olduğu belirlenmiş. Bir başka ifade ile başarılı insanlar kendilerine değer verir ve güvenirler. Bu özgüven onların yaratıcılık için gerekli olan heyecan ve cesarete sahip olmalarını sağlar. Dolayısıyla özgüveni olan insanlar kendilerine ulaşılması güç hedefler koymaktan çekinmezler. Ardından da bu yüksek hedefe odaklanarak onu gerçekleştirme yönünde en büyük adımı atmış olurlar.

Başarılı insanların hayatta belirlenmiş kişisel hedefleri ve değerleri vardır. Hangi misyona hizmet ettiklerini iyi bilirler ve başarılı olduklarında dünyanın nasıl değişeceği konusunda bir vizyona sahiptirler. Kişisel hedefleri konusunda gerçekçi ve net beklentileri vardır. Bu hedeflere ulaşmak için stratejiler geliştirir ve bu stratejileri uygularlar. Bu stratejiler bireysel yetkinlikleri ve ilişkileri geliştirecek hedefleri ve zaman planlamasını kapsar.

Başarılı insanlar aynı zamanda kendi davranışları ve gelecekleri için sorumluluk üstlenirler. Sorumluluk üstlenen insan insiyatif alır risk alır ve geleceği şekillendirecek adımları belirler ve atar. Bu yaklaşım onlara daha hızlı öğrenme fırsatı sağlar.

Bu insanlar geleceği gözlerinin önünde canlandırmak için özel çaba gösterirler. Hayal etmek gerçekleştirmenin ilk adımıdır. Hayalleri gerçeğe dönüştürürken izlenen bir başka yol da bu hayalleri başkalarıyla paylaşmaktır. Sözlü ve/veya yazılı olarak hayallerini tekrarlayan insanlar hem bu hayalleri daha netleştirmiş olurlar hem de kendilerin toplum önünde hayalleri ile özdeşleştirerek kişisel sorumluluklarını pekiştirirler.

Başarılı insanlar yenilgileri kabullenip onları aşma konusunda kararlılık gösterirler. Gerçeklerle yüzleşmeyi başkalarının deneyimlerinden faydalanarak hataları önleyebilmeyi bilirler. Odaklandıkları hedef doğrultusunda ilerlemeyi gözleyip davranışlarını değiştirmekten kaçınmazlar.

Başarılı insanlar kendileriyle barışıktırlar. Dolayısıyla yaşamlarında yüksek düzeyde stres yoktur. Ruhsal ve bedensel olarak formda ve zindedirler. Bu onların hedeflerine odaklanabilmelerini sağlar. Onlar uzun vadeli hedeflere odaklanır kısa vadeli kazançlar için uzun vadeli hedeflerinden vazgeçmezler. Zamanlarını etkili kullanırlar. Hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli az sayıda ancak önemli adımlara odaklanırlar. Hedefleri doğrultusunda fedakarlık yapmaktan çekinmezler. Disiplin başarılı insanların ortak özelliklerindendir.

Başarılı insanlar sadece zihinsel zekalarıyla değil aynı zamanda duygusal zekalarıyla da farklılık yaratırlar. İnsan ilişkilerine önem verirler. Olaylara karşıdakinin gözüyle bakabilirler. İnsanlara değer verironlarla karşılıklı kazan-kazan türünde ilişkiler kurmaya özen gösterirler. Beraber çalıştıkları insanlara heyecan verir onlara yetki kullanacak geniş alan bırakırlar.

Başarılı insanların en önemli özelliklerinden biri de kendilerini sürekli olarak geliştirme çabasında olmalarıdır. Her zaman yeni bilgilere açıktırlar. Her hatayı bir öğrenme fırsatı olarak görürler. Başkalarının deneyimlerine yakın ilgi gösterir onlardan öğrenmeye çalışırlar.

Bu özellikler öğrenilebilir özelliklerdir. Dolayısıyla gençlerimizi eğitirken bu özellikleri kazandırmaya da özen göstermeliyiz. Unutmamalıyız ki “Ağaç yaşken eğilir.”
Dr. Yılmaz Argüden
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 04:01   #27
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

BENCİLLİK Mİ YOKSA OTORİTEYE BİR İSYAN MI ?



Ülkemizde yaygın olarak görülen davranışlardan birisi de bazı değer yargılarından ve kurallardan günlük yaşamda kolayca vazgeçilebilmesidir. Bir çok örnek söylenebilecek olmasına karşın her gün trafikde yaşananlar en sık görülen ve en tipik örnekler olarak sayılabilir. Diğer yandan bu kişiler (aslında bu belki de hepimiz) ile konuşulduğunda ise çoğunun kurallara uyulmadığından yakındığı görülür.
İnsanların bir yandan yakındıklarını bir yandan da kendisine gelince hemen hiçbir rahatsızlık duymadan yapması ilk bakışta anlaşılması güç bir durum gibi görünmektedir. Bunları anlamaya çalışmada davranışın hangi bağlamda ortaya çıktığı ve kişinin o anda yaşadığı duygular anahtar rol oynayacak ögelerdir. Kişinin özümsediği bir kurala ya da değer yargısına hemen her konumda her koşulda her bağlamda uyması ve bunları çiğnemesi durumunda da utanç ya da suçluluk duygusu yaşaması beklenir.Yaşanan utanç ya da suçluluk duygusu ne kadar şiddetliyse kişinin gelecekte aynı davranışı yeniden göstermesi pek mümkün olmaz.
Toplumumuza bakıldığında ise sanki ortada “başkasının koyduğu ve kendisinin uyduğu” kurallar varmış gibi davranıldığı görülmektedir. Kurala uyulması için çoğu zaman kuralı uygulamak isteyen (belki de kuralı koyan olarak algılanan) otoritenin görünürde olması gerekmektedir. Diğer yandan kuralı çiğneyenin yaşadığı duyguya bakıldığında da kişinin daha çok başarı duygusu yaşadığı gözlenmektedir. Buradaki başarı duygusu bir rekabette kazanmanın verdiği hazza benzemektedir. Başkalarının hakkına saygı gösterme ve başkası ile eşduyum yapma kapasitesi felç olmuş gibidir. Böyle bir davranış biçiminin ortaya çıkıyor olmasının elbette bir çok nedeni olması gerekir. En kolay söylenebilecek olası nedenlerden birisi çocukların büyüklerinden bunu görüyor olmalarıdır. “Ne ekersen onu biçersin”in diğer yüzü “ne görürsen onu yaparsın”dır. Ekilen/görülen ya da biçilen/yapılan şudur: bazı kurallar vardır ama bunlar her zaman esnetilebilir; kimi zaman da hiç uygulanmaz hatta bazı özel durumlarda tersi bile yapılabilir. Sigara içme diyen ana-babanın kendisi içer. Beş dakika önce dedikodu konusunda nasihatlarda bulunan anne eve gelen komşusuyla dedikodu anlatma yarışına girer. Kişinin yaptığına kendince bir gerekçe bulması bir başka nedendir. Kendince mantıklı bir neden bulunduğunda kolayca esnetilir kurallar ve değerler. Örneğin kural anlamsız / yersiz bulunur. “Buraya bu trafik ışığının konulmasının hiçbir anlamı yok” diye düşünen bir sürücü kırmızı ışığa uymayacaktır elbette. Kuralları çiğnerken kendi mantığına göre kuralı çiğnemesine olanak tanıyan bahaneler ruhsal yapıdaki omnipotense ve narsisizme işaret etmektedir kanımca. "Bana bir şey olmaz" "benim gördüğüm en doğrusudur" “benim bildiğim en iyisidir” anlayışı bu görüşü desteklemektedir.
Toplumumuzda büyüklerin/otoritenin rolünün giderek değişmekte olması da bu davranışı etkileyen başka bir etmen olsa gerek. Aile içinde otorite konumundaki kişilerin (büyükbaba baba vs) aile içindeki erkinin giderek zayıfladığı görülmektedir. İşyerlerinde de kıdemli ya da yaşça büyük olma giderek üst olmak için yeterli olmaktan çıkmaktadır. Değişen ekonomik ilişkiler giderek bireyselleşmeye yol açan koşullardır. Bugün için ülkemize bakıldığında ise görülen başkasına ve onun haklarına saygılı bir bireyselleşme değil "ne olursa olsun haz alma" ilkesine bağlı bencilleşme gibi görünmektedir. Kurallara ya da değerlere uyanların kayıpları olması da insanların kural tanımamasını arttıran bir etmendir. Bir ceza görüyor olması bir yana yapanın yaptığının yanına kar kalması kurallara uymamayı pekiştirmektedir. Bir davranışın anlaşılmasında ona eşlik eden duygu da önem taşımaktadır. Ülkemizde görüldüğü kadarıyla kurala uyulmadığında yaşanan duygu elde edilen bir başarıyı anımsatan haz duygusudur. Bu başkasının/otoritenin koyduğu kuralı çiğneyebilmenin yarattığı bir duygu mudur kendi bildiğini okuyabilmenin yarattığı narsisistik büyüklenmecilik midir; yoksa ikisinin birlikte işlediği bir süreç midir yanıt bekleyen sorulardır. Başka bir deyişle bu “otoriteye bir isyan mıdır” yoksa “başkasını hiç dikkate almayan bir bencillik midir”.
Sonuç olarak görünen o ki esnek olmaya izin veren zihinsel yapıya sahibiz. Kurallara uyulmadığı zaman suçluluk ya da utanma duygusu yaşanmadığına göre kurala uymamanın davranışımıza yön veren zihinsel yapılara uymayan bir yönü yok gibi görünmektedir. Diğer yandan bu iki duygunun toplumumuzda başka zamanlarda fazlasıyla yaşandığı da düşünüldüğünde konu daha da karmaşıklaşmaktadır. Ancak ruhsal süreçlerle ilgili bütün denklemlerin birden çok formülü olduğu unutulmamalıdır.
Erol Özmen
Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi
Psikiyatri AD Öğretim Üyesi
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 04:03   #28
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

SAVAŞ PSİKOLOJİSİ



Savaşta toplumun fiziki sosyal iyilik hali ile birlikte ruhsal iyilik hali de bozulur. İnsanlar psikolojik ihtiyaçlarını yerine getirememeye başlarlar.
Fizyolojik ihtiyaçlar; yeme içmecinsellik ve barınmadır. Sosyo-kültürel ihtiyaçlar; topluluk içinde yaşama paylaşma yardım alma verme gibi gereksinimlerdir. Psikolojik ihtiyaçlar ise güvende olmasevgi-şefkat görme grup içerisinde pozisyonda olma saygı görmedeğer verilme gibi duygusal desteklerdir.
Ruhsal beslenmenin bozulması:
Koruyucu ruh sağlığı ilkelerini özetlersek:
Birinci derecede koruma:
Ruh sağlığı dengesini bozan stresler travmatik durumların meydana gelmesini önlemektir. Sosyal hekimlik bunda önem kazanır. İnsanın kendini güvende hissedeceği duygusal açlığını gidereceği zeminin oluşmasıdır.
İkinci derecede koruma:
Bir toplumda belirli bir hastalığın yaygınlığını azaltmak için erken tanı önemlidir. Ciddi belirtiler ortaya çıkmadan yapılan erken tedaviler hastalığın en ucuz ve kolay tedavisini oluşturur.
Üçüncü derecede koruma:
Ruhsal hastalıktan sonra sekel kalan kusurlu fonksiyonları azaltma ile ilgili rehabilitasyon çalışmalarıdır.
Savaş gibi insanın koruma içgüdüsünü harekete geçiren güven duygusunu zayıflatan bir yaşantı ruhsal yapıyı çok zedeler. Kırılgan ruhsal özelikleri taşıyan kişiler savaş travmasından en çok etkilenen kişilerdir. Kırılgan kişilerin başında çocuklar yaşlılar hastalar daha önce ruhsal rahatsızlık geçirmiş kişiler ve psikomatik hastalık geçirmiş kişiler gelir.
Psikomatik hastalılar artar mı?
Savaş durumunda sadece depresyon değil sinir sisteminin çalışmasının bozulması sonucu kalp mide barsak cild hormon kemik iliği etkilenir. Böylece astım alerji romatizma kan hastalıkları mide-barsak hastalıkları kalp kroner ve ritim bozuklukları hipertansiyon felçler hormonal hastalıklarda ciddi artışlar ortaya çıkar. Vücudumuzu yöneten beyindir. Beyinde stres hormonlarının fazla salgılanması bütün organ işlevlerini olumsuz etkiler.

SAVAŞ BASKILARI
Modern savaşlarda psikolojik yaralanmalar karın yarası ve napalm yanığından daha fazla bakım destek ve zaman alır. Bunun için savaşlarda tabur seviyesine kadar Psikiyatrist verilir. II. Dünya savaşında beş yaralanma ve harp zayiatından biri savaş stresine bağlı ortaya çıkmış ve savaşma gücünü zayıflatmıştır.

Savaşa sağlıklı tepki
Savaş şartlarının ağırlığı içerisinde olan her kişi zaman uzadıkça korku hisseder. Daha önce hayatta kalmak ve ölmek gibi sorunu olmayan kişi kendisini yok etmeye çalışan düşmanın hedefi olmuştur. Özellikle yüksek teknolojik kimyasal elektronik ve biyolojik savaşın etki gücü düşünüldüğünde savaş alanından çok uzak kişilerin kendi yaşamlarını tehlikede hissetmeleri söz konusudur.
Savaş ortamında bulunan kişinin özgürlüğü kısıtlanmıştır. İstediği zaman yerini değiştiremez terk edemez mazeret beyan edemez işi yapamayacağını söyleyemez. Yarınla ilgili hiçbir güvencesi yoktur. Artık kesin olan tek şey tehlike içerisinde olduğudur. Bir taraftan doğal iç dürtü olan yaşama arzusu gibi birincil isteği diğer taraftan ölüm tehlikesinin yaklaşmış olması. Bu iki durumun ilk ve sağlıklı tepkisi korkudur.
Fiziki baskılar
Kişinin beslenmesi uykusunun ve hijyeninin bozulmasıdır. 24 saat bir şey yememek 2-3 gün uykusuz kalmak savaşta olağandır. Savaş alanındaki kişinin yaşadığı yer pis ıslak soğuk veya güneş altında olabilir. Hijyeni bozulmuş yıkanamayan zaruri ihtiyaçlarını zorlukla gideren insanın direncinin uzun sürmesi zordur. Sürekli silah sesleri ölüm yorgunluk uykusuzluk kişinin dayanma gücünü zorlar.
Savaş alanı dışındaki kişilerde savaşın temel ihtiyaçlarını bozduğunu hissettikleri an paniğe kapılmaları beklenir.

Psikolojik baskılar
Psikolojik baskılar açlık aşırı soğuk-sıcak kadar kişileri etkiler. Savaştaki psikolojik baskının özünde ölüm korkusunun artması yatar. Ölüm korkusu bir iç çatışmanın doğmasına neden olur. Gelecek kaygısı işinin bozulacağını hissetmesi yakınlarının öleceğini sezmesi yoğun düşünce halinde kişiyi meşgul eder. Savaş alanındaki kişi ölümün kokusunu duymaya başlamıştır. Bir taraftan yaşama arzusudiğer taraftan savaşma zorunluluğu onun iç çatışmasını arttırır. İşte bunda savaşma için ideolojisi olan yurdu ve milleti ile kendini bir bütünün parçası gibi gören asker kolayca savaşa direnir. Şehitlik duygusugazilik rütbesi gibi soyut desteklerle ölüm korkusunu yener. Böyle psikolojik desteği olmayan asker uzun süren savaşlarda dayanma gücü gösteremez. Yurtseverlik duygusu bunun için savaşta çok önemlidir.
E. Orgeneral Kemal Yamak’ın Kıbrıs’ta yaptığı ilginç bir tespit vardır. “Bizim askerimiz bayrak dalgalanır ezan sesi duyar ve komutanını başında görürse kolay savaşır.” diyordu.
Savaşan askerin kararsızlığı ve ümitsizliğinin yenilmesi savaş başarısı için çok önemlidir.
Grup özdeşimi inanç gücü komutanına güvenme şeklinde özetleyebileceğimiz özelliklerin varlığı savaşan askerin korkusunu kontrol altına alınması için yeterli olacaktır.
Savaş alanı dışındaki kişilerde birlik içinde olma savaş ideolojisi taşıma ve ordusuna güvenme özellikleri varsa savaşın psikolojik baskılara dayanma gücü artar.
Diğer bir psikolojik baskı duygusu ümitsizliktir. Savaşla ilgili söylenti ve rivayetler bu duyguyu etkilemek içindir. Psikolojik savaştaki gri propaganda yöntemi söylentilerle insanların savaşma arzusunu kırıp ümitsizliğe itmeyi amaçlar.




Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
2 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 10:05   #29
Çevrimdışı
İklim
Uzman Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Cem psikatri ve psikoloji birbirine benzer bölümler görünsede aslında bir çok konuda ayrılmış iki dal Evet psikatrisler yogun bir şekilde farmakoloji anatomi dersleri alıp ilaç yazma yetkisine sahipken daha uzun vadeli telkin yöntemleri düşünülen ya da ilaç gerektirmeyen hastalarını psikologlara yönlendirirler.Teşekkürler her biri okunası makaleler için Suzim
Mobil Sürüm ile Gönderildi
  Alıntı ile Cevapla
4 Üyemiz İklim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 11:12   #30
Çevrimdışı
alkanaga
Uzman Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Sosyal Psikoloji yüksek lisansı yapmiş biri olarak söylemeliyim ki, biri makinanın içine bakar, biri de giren verilerle çıkan verilere...��
__________________
Sevmekten asla vazgeçmeyin. Sevgisiz bir hayat amaçsız, anlamsız olur.
Alkanaga
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz alkanaga'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
ilgili, makaleler, psikoloji


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 03:07.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.