Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Sağlığımız ve Hastalıklar > Psikoloji

Psikoloji Psikoloji, psikiyatri ve kişisel gelişim


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 21.11.2015, 03:27   #11
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile ilgili Makaleler

Stres Bağışıklık Sistemi Ve Dayanıklılık




Stresle bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi gösteren pek çok araştırma var. Stres bağışıklık sistemini bastırıyor. Acaba kişi bağışıklık sistemini isteyerek daha verimli çalıştırabilir mi? Pennsylvania üniversitesinden Howard Hull ve arkadaşları 25 kişiye damarlarında akan kanı hayal etmelerini söylüyor. Beyaz kan hücrelerini yani düşmanla vuruşacak olanları birer köpek balığı gibi canlandırmalarını ve mikroplara saldırmalarını söylüyor. Bu canlandırmayı haftada iki kez yapmalarını kalan zamanda bu konuyu düşünmeseler bile beynin görevini yapacağını iletiyor. Özellikle gençlerin beyaz hücrelerinde artış görülüyor. Bağışıklık sistemini bastırmaya yönelik girişimlere de daha duyarlı tepkide bulunuyorlar. Bu farklar ufak ama çalışma da zaten çok sınırlı; bir seans. Bir seansta böyle bir sonuç alınabiliyorsasistemli bir programla neler yapılabilir. Bunu da ilerdeki yazıların birinde ele alacağız. Aynı strese maruz kalmış kişiler farklı tepkilerde bulunuyor. Yukarıda sosyal desteğin öneminden söz ettik. Acaba kişilik özellikleri nasıl rol oynuyor? Susanne Kobasa ve arkadaşları 700 üst düzey yöneticiyle dayanıklılığın kişisel parametrelerini anlamamamıza yarayacak bir araştırma yapıyorlar. 1980’lerde Bell Telephone Company bölünüyor. Büyük bir stres ve belirsizlik ortamı.
700 yöneticinin içinden yüksek stres yaşayan bir grup alındığında bunların bir kısmı çeşitli rahatsızlıklar yaşarken bir kısmı yaşamıyor. Hastalanmayanlar ve psikolojik dengelerini koruyanlara bakıldığında bunların ailelerine içinde yaşadıkları topluma belli değerlere bağlılıklarını sürdürdüklerini yaşamın kontrolünü ellerinde tuttukları hissini yitirmediklerini yaşamda istikrar ve dengenin değildeğişimin norm olduğunu kabul ettiklerini görüyoruz.
Susanne Kobasa ve arkadaşları dayanıklılığa katkıda bulunan başka faktörleri de araştırdılar. Örneğin ailelerindeki hastalıkların oranına baktılar. Gerçekten de sık hastalanan yöneticilerin ailelerinde de diğer gruba göre daha çok hastalığa rastlanıyor. Ancak dayanıklı yöneticiler ailelerinde hastalık oranı yüksek de olsa hastalanmıyorlar.
Sonuçta hastalanmaya etki eden üç faktör olduğunu görüyorlar:
Dayanıklılık
Egzersiz
Sosyal destek
Bu üçünün bir arada oluşu strese maruz kalan yöneticileri hastalıktan uzak tutuyor. Üçü de yoksa hastalanma oranı %93 ikisi yoksa %72 biri yoksa %58 ve üç kaynağa da sahip olanlar yani düzenli egzersiz yapanlar dayanıklı olanlar ve sosyal destek alanlarda hastalanma oranı %8’e düşüyor. Peki dayanıklılık öğrenilebilir mi? Evet öğrenilebilir. Artık hem çocuklarımızı yetiştirirken ne yapacağımızı biliyoruz hem de yetişkinler olarak stresle nasıl başa çıkacağımızı.

Emre Konuk
Davranış Bilimleri Enstitüsü
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:29   #12
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Boşanma Ve Çocuk





Son 20 yıl içinde aile yapılarını incelediğimizde hep olağan olarak kabul ettiğimiz anne-baba-çocuk(lar) yapısındaki aile sayısında gitgide bir azalma olduğunu buna karşın karışık aile yapılarında bir artış olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu duruma neden olan en önemli faktör ise kuşkusuz boşanma. Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse evlenen her iki çiftten biri ayrılmaya karar veriyor. Bu oran Almanya’da 1/3 civarında. Türkiye henüz boşanmaların çok sık yaşandığı bir ülke olmasa da bundan 15 sene önce %1 olan boşanma oranı gün geçtikçe artmakta. Boşanma sonrasında daha önce de bahsettiğimiz gibi aile yapılarında oldukça büyük bir çeşitlilik ortaya çıkıyor. Bir ebeveyn ve çocuktan oluşan birimlerden üvey anne/baba ile oluşmuş birimlerine anneanne- dedenin katıldığı birimlere kadar uzanan bir aile yapıları yelpazesi söz konusu.
Ayrılık ya da boşanma kararı kuşkusuz bu kararı alan eşler için çok zorlu bir süreç anlamına geliyor. Bu sürecin her zaman uyum içinde geçmediği de bilinen bir gerçek. Ancak bu karardan anne-babaları kadar hatta onlardan daha fazla etkilenen aile bireyleri çocuklar. Yapılan araştırmalar çocukların boşanma öncesi dönemden başlayarak boşanma süreci ve sonrasında kısa ve uzun vadede bir çok olumsuz durumla yüzyüze kalabildiklerini göstermekte. Hiç bir çocuk ilk anda anne ve babasının ayrılmasını istemez ve bu duruma ya dışa vurarak ya da sessiz kalarak bir tepki gösterir. Çocuklarda anne-baba ayrılığının yarattığı etkiler genellkle ayrılıktan sonraki ilk günlerde değil daha sonraki dönemlerde ortaya çıkar ki bu kimi zaman seneler sonra dahi olabilir. Çocukların geriye dönüp baktıklarında olumsuz olarak hatırladıkları anne-baba arasında haber taşıyıcısı olmak anne ve babalarının birbirlerini suçlamalarını dinlemek karşı cinsten biriyle samimiyeti ilerlettiklerinde nasıl doğal davranabileceklerini bilememekekonomik sorunlar anne/babadan biriyle ve o taraftan olan akrabalarla bağların kopması gibi durumlardır.
Tabii ki çocuk sahibi olmuş bir çift aralarındaki sorunları gidermek için ilk çözüm olarak boşanmayı düşünmez ancak bazı durumlarda ayrılmak çok sorunlu bir evliliği yürütmekten daha sağlıklı bir ortam sağlar. Bir boşanma durumunda çocuğun olaya göstereceği tepkilere neden olabilecek ve bu olayı çocuğun hayatında daha az travmatik hale getirebilecek önemli noktalar vardır. Hayatında bu yönde değişiklik yapmayı planlayan her anne-babanın bunlara özen göstermesi gerekir.
Şimdi bu araştırmalara daha yakından göz atalım:
Çocukların boşanmadan etkilenme derecelerini belirleyen faktörlerden bir tanesi çocukların mizaç yapısı. Daha atak heyecanlı kolay etki altında kalan yeni durumlara kolay uyum sağlayamayan çocukların anne-baba ayrılığı gibi ciddi uyum becerileri gerektiren bir duruma uyum sağlamakta da yaşıtlarına oranla daha büyük zorluk çektikleri görülüyor.
Çocuğun yaşı da çok önemli bir faktör. Anne-baba ayrılığını küçük yaşlarda yaşayan bir çocuk bu olaya ilk anda çok büyük bir tepki gösterse de bu durumu kabullenmesi daha kolay olabiliyor. Buna karşın okulöncesi dönemde çocuklarda sadakat sorunları ve anne-babayı yeniden biraraya getirme çabaları gözlenebiliyor. Daha ileri yaşlardaçocuklar kendi sosyal hayatlarını kurmaya çalışırken güvendikleri bir çatının yıkılması onların kadın-erkek ilişkileri konusunda bocalamalarına yol açabiliyor. Gözlemleyebilecekleri bir kadın-erkek ilişki modelinin olmaması bu çocukları kendi ilişikilerini oluştururken zorlayabiliyor.
Çocuğun cinsiyeti boşanmaya gösterdiği tepkide çok belirli bir rol oynamasa da çocuğun boşanma sonrası birlikte yaşamaya devam edeceği ebeveynle kuracağı ilişki üzerinde etkili olabiliyor. Kız çocuklar anneleriyle genellikle arkadaş gibi olurken erkek çocuklar annelerinin yanında kendilerini evin erkeği gibi hissetme eğilimine girebiliyorlar. Bu nedenle annenin yeni biriyle birlikte olduğu durumlarda kız çocukların bu iştin pek de hoşnut olmadıkları buna karşılık erkek çocukların bir rahatlama hissettikleri izlenebiliyor. Baba-kız ve baba-erkek çocuk ilişkileri ise çok fazla incelenmemiş olmasına karşın babanın görevlerini yerine getirmede yeterli olduğu durumlarda fazla bir soruna da rastlanmadığını söylemek mümkün.
Çocukların uyumlarında bir başka önemli faktör destek sistemleri. Eğer çocuğun hayatında ilişkisinin iyi olduğu bir büyükanne-büyükbaba ya da başka yetişkinler varsa bu kişiler anne-babanın duygusal anlamda pek verici olamadıkları ortamlarda bu boşluğu doldurabiliyorlar.
Anne ve babanın ekonomik durumları da bir diğer önemli konu. Çocuğun ekonomik standartlarında ani bir düşüş ya da anne ve babanın ekonomik standartları arasında ciddi bir fark olması çocuğu olumsuz bir şekilde etkileyebiliyor.
Ayrılıktan sonra anne ve baba arasındaki ilişki çocuğun uyumunda en önemli etkenler arasında. Çocuk anne ve babasının diyaloglarının bozulmadığını ya da en azından kendisiyle ilgili olarak konuşmaya devam ettiklerini mutlaka görmeli ve hissetmeli. Bu onun güven duygusunun zedelenmemesi açısından çok önemli.
Çocuğun birlikte yaşamadığı ebeveynle düzenli olarak görüşmesi de üzerinde durulması gereken bir diğer konu. Burada önemli olan faktör görüşme sıklığı değil görüşmelerin çocuk tarafından önceden bilinmesi ve tahmin edilebilir olması. Son anda yapılan değişiklikler aniden yapılan planlar tutulmayan sözler çocuk açısından çok büyük hayal kırıklıklarına neden oluyor ve bunların telafi edilmesi mümkün olmayabiliyor.
Bütün bu bilgilerin ışığında ayrılığın çocuğa nasıl sunulduğu da çok önemli. Bu bilgilendirmeyi anne ve babanın birlikte yapmasında yarar var. Ayrıca bu kişilerin karı-kocalık rollerinden vazgeçseler bile her zaman o çocuğun anne ve babası olarak kalacaklarını ve bir işbirliği içinde olmaya devam edeceklerini akıllarında tutmalarında yarar var.
Ayrılıktan sonra anne ve babanın yeni ilişkileri ve bunların çocuğa nasıl sunulduğu da çok önemli bir konu. Anne-babasının yanında sürekli yeni birilerini görmek çocuğu kırabilir ve kendi kadınlık ve erkeklik konumuyla ilgili endişeye sürükleyebilir. Bu nedenle de hiç bir zaman terkedilmemek için ilk bulduğu kişiye ne pahasına olursa olsun aşırı bağlanabilir ya da kimseye fazla bağlanmamak için durmadan eş değiştirebilir.
Şu ana kadar çizilen tablo her ne kadar karamsar olarak görünse de ayrılık kimi durumlarda çok sorunlu bir evlilikten daha iyi bir çözüm olabiliyor ve çocukların ruh sağlığı açısından daha uygun bir ortam yaratılmasını sağlayabiliyor. Anne ve babası ayrılmış olan çocukların yaşıtlarına göre daha çabuk olgunlaştıkları hayatın zorlukları karşısında daha rahat pratik çözümler üretebildikleri de ayrı bir gerçek. Ayrılık sonrası durumun yukarıda belirtilen noktalar çerçevesinde olabildiğince optimal bir hale getirilmesi mümkün.

Klinik Psikolog Şeniz Pamuk
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:31   #13
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Üç - Dört YÇocuklarında Kötü Sözlere Dikkat!




3-4 yaş çocuğun genel psikolojik özellikleri nelerdir?
Bilişsel duygusal ve sosyal gelişim olarak 3-4 yaşı kapsayan iki yıllık yelpaze deki farklılıklarla birlikte bu yaş çocukları büyük ölçüde ben merkezcidir. Genelde neşeli olduğu yaşlardan daha bağımsız inatçı ve kendi isteği ile hareket etme değişimi gözlenir. Aile içinde geçerli olan bazı kuralları yavaş yavaş paylaşmayı isteklerinin yerine getirilmesi için sabırlı olmayı öğrenmeye de başlar. Yaşıtlarını veya yetişkinleri sürekli taklit eder onların davranışlarını ve sözlerini tekrarlar. Çevresi ile sözlü iletişim kurabilen yaşıtlarıyla kısa süreli de olsa oynayabilecek şekildeki birlikteliği onun sosyalleşme yolundaki ilk gerçek deneyimleridir. Genellikle kendi isteklerinin yerine getirilmesi ile ilgili talepler nedeniyle çıkacak çocukların arasındaki çatışmalar için bir yetişkinin rehberliğine her zaman ihtiyaç vardır. Bu çatışmalarda arkadaşlarına kabadayılık taslar gözdağı verip sürekli böbürlenir. Dili kullanması çevresi tarafından sunulan dil ortamı ile ilişkili olarak gelişir. Kullanılan dilin kalitesi çocukla konuşma sıklığı sorulara cevap verme veya soru sorma yoğunluğu emir cümleleri değil sıfatlar zamirler gibi tanımlayıcı sözcüklerin kullanılması dil gelişimi için önemlidir. Yetişkinlerden duyduğu gördüğü iyi-kötü her şeyi taklit eder. Dili bozuktur küfredip kötü sözler söyleyebilir. Başkalarına isim takar arkalarından bağırır. Yakın geçmişteki olayları deneyimleri olup bitenler arasında ilişki kurarak anlatır. Özellikle sevdiği insanlara karşı çelişkili duygular içindedir. Bu nedenle zaman zaman hem bedeniyle hem de sözle kızgın ve saldırgan olabilir. Toplum içinde bazen olumlu bazen olumsuz davranır. Bu yaşlardaki çocuklar yetişkinin isteklerini mantıklı olarak açıklamasını isterkendi davranışlarını yetişkinleri çekinmeden eleştirirzaman zaman küfür sayılabilecek kelimeleri kullandığı yetişkine karşı çıktığı gözlenebilir.
Bu dönemde neden özellikle arkadaşlarına karşı kötü sözler kullanma eğilimleri vardır?
Çocuklar çevrelerine söyledikleri kötü sözleri kızmak engellenmek öfke duygularının ifadesi yanında tepkileri takip ederek dikkat çekmek ilgi ihtiyacı yetişkinliğe ulaşma kriteri olarak görme yetişkinleri taklit etme kendini güçlüözgür hissetme ve tepki gösterme aracı olarak kullanırlar.
3-4 yaş döneminde çocuk en çok hangi kötü söz ifadelerini kullanır?
Genel Küfür ve kötü söz kategorileri kızgınlık öfke ile zeka diğer özürler ya da hayvan isimleri ile söylenen aşağılama kelimeleriyle kişiye yönelikkarşı tarafa zarar vermeyi uman beddua şeklinde ya da cinsel içeriklidir. Bu yaş çocuklarında ise sarsmak şok etmek ağızdan kaçan kendini savunmak zevk almak amacıyla söylenmiş daha masumane sözlerdir. “Pis Kaya” “kötü çocuk” “eşek” “kakasın sen” gibi kelimeler yanında daha ileri yaşlarda bazı organ isimleri(meme pipi) ile duruma heyecan katarak tepkileri izleyen sözcüklerdir..
Çocuk kötü sözleri nereden öğrenir duyar?
Öncelikle yakın çevresi olan ailesi tarafından sunulan dil ortamı model olmaktadır. Ayrıca bu dili kullanan çocuğun aile tarafından desteklenmesi şirinlik olarak görülüp kabul edilmesi de devamını sağlar. Oyun çevresinden arkadaşlarından televizyondan ya da bir şarkı sözünden de öğrenebilir.
Kötü sözler kullanan bir çocuğa ebeveynler nasıl yaklaşmalıdır?

Öfke ve düşmanlık dolu sözlerle model olmayıp örnek olunuz.
Çevreden duymasını engelleyiniz.
Söylenen sözün anlamını ona açıklayınız.
Bu kelimeleri duymaktan dolayı rahatsızlığınızı dile getiriniz.
Duygularını başka türlü ifade etmesini sağlayınız.
Dikkat çekmek amacını taşıyorsa görmezden geliniz.
Şaşkınlıkla kızarak ya da gülerek tepki vermeyiniz.
Başka aktivitelere yönlendiriniz.
Zaman ayırarak olumlu ilişki kurun cesaretlendiriniz.
Güzel konuşmalarını takdir edip güzel konuşmalarının artmasını sağlayınız
Psikolog Şeyda Özdalga
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:34   #14
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

EQ (Emotional Quotient) Duygusal Zeka





Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran entelektüel zeka (IQ) 21. yüzyılda kendine güçlü bir rakip buldu..EQ.. Bir çok bilim insanının kabul ettiği gibi topluma uyum sağlamış başarılı bir kişi olabilmenin koşulu artık kişinin hem entelektüel zekaya (IQ) hem de duygusal zekaya (EQ) sahip olmasından geçiyor.
Peki EQ nedir ve neden önemlidir?
EQ hem kişisel ilişkilerde hem de iş ilişkilerinde kişinin kendi duygularını ve diğer insanların hissettiklerini algılayabilme tanımlayabilme duygularını kullanarak kendini motive edebilme ve yönlendirebilme kapasitesine sahip olmasıdır. IQ kavramaya ilişkin kapasiteyi ölçerken EQ akademik zekanın destekleyicisi olan yeteneği tanımlamaktadır.
Daha memnun müşteriler ve daha huzurlu bir çalışma ortamı için EQ'nun temel ilkelerinin iş yaşamına uygulanmasına dair birkaç örnek vermek gerekirse öncelikle; anlaşmazlıklar tırmandığında oluşabilecek gergin ortamları yatıştırabilme farklı görüşleri değerlendirerek buradan aldığı bilgileri ilerleme için kaynak olarak kullanabilme yeteneği EQ düzeyi yüksek bir çalışanın becerileri arasındadır.
EQ'su yüksek bir çalışan kişisel ve sosyal yeteneklerini iş hayatına uygulamada başarılı olur. Kişisel yeteneklere örnek olarak bireyin tercihlerinden başarılı olduğu alanlardan haberdar olması ve bunları doğru şekilde kullanabilmesi ön sezgilerine güvenebilmesi ve içgüdülerini düzenleyebilmesi; özellikle de hedefine ulaşmada kendisine yardımcı olacak birikimini kullanarak yüksek motivasyon seviyesine ulaşması söylenebilir.
Sosyal yetenekleri açıklarken iki nokta öne çıkar: Bunlar empati ve sosyal becerilerdir. Empati kişinin karşısındaki insanı kendi yerine koyması ve onun duygularını ihtiyaçlarını ve kaygılarını algılayabilmesidir. Hizmet sektörünün her alanında öne çıkan bu EQ özelliği müşteriye anlaşıldığının yardım edildiğinin ve önemsendiğinin hissettirilmesi açısından şarttır.
Sosyal beceri ise kişinin karşısındakinden istediği karşılıkları ve yanıtları alabilme yetisidir. Kişilerarası iletişimin yoğun olduğu insan kaynakları pazarlama reklam gibi sektörlerde bu özelliğe sahip çalışanların işlerinde çok başarılı oldukları bir gerçektir. Örneğin karşısındaki müşterinin kaygılarını anlayabilen bir pazarlama uzmanı satış yapmakta diğer meslektaşlarına oranla daha başarılı
olabilir. Ya da işveren açısından değerlendirildiğinde çalışanları ile iyi ilişkiler kurabilen onlara kendilerini güvende hissedecekleri ve yeteneklerini ortaya çıkarabilecekleri bir ortam sağlayan yöneticiçalışanlarının çıkardığı işlerden daha verimli sonuçlar alabilir.
Çalışanların EQ düzeyini yükseltmek ve bu konuda onları bilinçlendirmek için çoğu firma seminer programları hazırlatıyor. Fakat bu programların hazırlanma sürecinde çoğu işverenin düştüğü yanılgı EQ gelişiminin haftada bir veya iki defa düzenlenen seminerlerle sağlanılabileceği düşüncesi..
Oysaki EQ eğitimi daha uzun vadede kişilerarası iletişim ve etkileşim gerektiren bir süreçtir. Bu etkileşimin yapı taşını karşılıklı diyalog ve empati oluşturur. Bu dialog ise kalabalık gruplarla değil; çalışanla EQ uzmanının birebir çalışmasıyla sağlanabilir.

Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:34   #15
Çevrimdışı
Cem1907
Uzman Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Benim kız kardeşimin kızı da psikoloji üstüne yüksek lisans yaptı.Ama ben bir şeyi tam anlayamıyorum.Psikoloji psikiyatri'den niye ayrılıyor?Evet Psikiyatr'lar aslen tıp fakültesi mezunudurlar ve ilaç yazma yetkisine sahip olmakla beraber,psikolojide esas olan terapi konularında da uzmanlaşmış olanları vardır.Neden bu ikisi birbirinden ayrılır,tam bilmiyorum?
__________________
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Cem1907'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:36   #16
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Çocuk Ve Disiplin





Ayşegül yine evin içinde çığlık çığlığa bağırıyordu.Ne zaman bir şey tuttursa ve annesi hayır dese uzun süre çığlıklar atıp bağırıyor ağlıyor ve tekmeler savuruyordu..Henüz 5 yaşında olmasına rağmen evin hakimiyeti onun elindeydi.Çünkü her defasında bağırmalarının ve tepinmelerinin ardından sussun diye annesi ya da babası sonunda pes ederek istediğini yapıyorlardı.Başlangıçta bir çok yöntem denemelerine rağmen işe yaramamıştı. Ceza vermeyi denemişlerhatta sonradan pişman olmalarına rağmen bir kaç kez vurmuşlardı bile.Çoğu zaman annesi hayır dediğinde babası yorgun olduğunu ileri sürerek bağırmasını dinleyemeyeceğini ve Ayşegül’ün istediğini alacağını söylüyordu.Bir kaç kez de baba kızdığı halde anne babaya şunu bağırtmasana çocuk alt tarafı oyuncak istiyor bu kadar üzmeye ne gerek var diye söyleniyordu.Ayşegül artık evde anne ve babasını nasıl yola getireceğini iyice öğrenmişti evde otorite oydu...
Ayşegül’ün anne ve babası çocuk sahibi olacaklarını öğrendiklerinde çok sevinmişlerdi. Bebek doğduğunda sevimli uysal bir çocuktu.Aile de ilk torundu ve tüm aile üzerine titriyordu.Ancak gün gelipte Ayşegül istediklerini yaptırmak için evdeki huzuru bozduğunda oturup nerede yanlış yaptıklarınıevde yeniden disiplini nasıl sağlayacaklarını düşünmeye başladılar.O sevimli küçük bebek nereye gitmiştibir dediğini iki etmedikleri halde şimdi onlara karşı çıkıyordu.Yanlış neredeydi?
Disiplinkişinin düzen sağlamasıdüzenli yaşaması demektir.Ailede disiplinden söz edecek olursak aile bireylerinin belirli bir düzende yaşamalarını düşünebiliriz.Her ailenin farklı bir düzeni olduğuna görefarklı bir disiplin anlayışı var diyebiliriz.Bazı aileler daha katı bir disiplin uygularken bazı aileler daha esnek olabilmekte ya da kurallara fazla yer vermemektedirler.
Çocuğa disiplin öğretmenin yolu ise genellikle ödüller ve cezaların uygulanması ile denenir.Anne ve baba çocuk onların istediği gibi davranmadığı zaman ne yapmaları gerektiği konusunda çoğunlukla kararsızdırlar.Bazen şiddetli tepki gösterirlercezalar birbirini izler bazen de yapılan hata görmemezlikten gelinebilir.
Bütün çocuklar kuralları öğrenirken açıklamalara gerek duyarlar.Ebeveynler kuralları çocuklarına öğretirken öncelikle kendi aralarında disiplini nasıl sağlayacakları hakkında konuşmalı ve bir tutarlılık sağlamalıdırlar.Çocuk anne ve babanın aynı olaya farklı tepkiler göstermesi karşısında nasıl davranacağını kestiremez.Bazen aile içinde annenin izin verdiği bir şeye baba hayır diyebilir.Bu sorunu aşmak ancak anne ve babanın aynı dili konuşması ile mümkün olacaktır.Aksi takdirde çocuk hayır yanıtını aldığı babadan anneye gidecek ve istediğini elde edene kadar uğraşacaktır.Ya da bir kez yaptığı davranışa peki bu seferlik öyle olsun yanıtı vermek çocuğun sınırları tanımasında sorun oluşturacak ve çocuk her defasında sınırları genişletmek için uğraşacaktır.

Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:39   #17
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Çocuğa İstenilen Bir Davranışı Öğretmek İstediğimizde Neler Yapmalıyız?




Anne ve babaların en sık şikayetlerinden biri defalarca söylediğim halde aynı şeyi yapıyor her türlü cezayı denedik ama olmadıdır.Disiplin demek ceza demek değildir.Katı davranışlar sergilemek her şeyi kurallı hale getirmek ve bu kurallar uygulanmadığında cezalandırmak istenilen davranışın yerleşmesini sağlamaz.Aynı zamanda katı yaklaşımlar çatışmanın büyümesine ve evdeki yaşantının keyifsiz bir hale dönüşmesine neden olacaktır.Çocuk ancak önündeki örneğe bakarak model alır ve öğrenir. Dikkat edilecek noktalardan biri de çocuğa öğretmeye çalıştığımız disiplini önce kendimizin uygulamasıdır.Örneğin çocuğa arkadaşlarına kötü davranmasının ne kadar yanlış olduğunu söyleyip bu nedenle onu cezalandırmadan önce evde aile bireyleri olarak birbirimize nasıl davrandığımıza dikkat etmemiz küfür etmenin kötü olduğunu söyleyip trafikte sinirlenip çocuğun yanında diğer sürücüye küfür etmemiz ne derece tutarlı olacaktır.Eğer ebeveynler olarak disiplinli düzenli bir davranış sergilersek çocukta bunu örnek alacaktır.
Bir diğer noktada çocuğa evdeki kuralların ne olduğunu kendisinden neler beklediğinizi ona anlatmaktır.Çocuk bilmediği konularda kurallara uyamaz.Bugünden itibaren çocuktan daha önce hiç uygulamadığım bir kurala uymasını beklemek haksızlık olur.Çocuk önceden kendisinden neler beklendiğini bilirse evde çatışmalarda ortadan kalkacaktır.Yapacağımız açıklamalarbeklentilerimizin ne olduğunu doğru ve açık bir dille anlatmak ona doğru davranışı sergileme şansını sağlayacaktır.Bir önemli noktada beklentilerimizin çocuğun yaşına ve yapısına uygun olmasıdır.
Disiplin kişinin belirli bir düzende yaşamasıdır demiştik.Kuralları öğretmeye başladığımızda asıl hedefimiz çocuğun bunları benimsemesidüzenli yaşamayı kendi başına uyarılara gerek duymadan yapabilmesini sağlamaktır.Böylece çocuğu sürekli olarak uyarmaktan cezalandırmaktan ve evde çatışma yaşamaktanda kurtulmuş oluruz ve çocukta her fırsatta eleştirilmekten azarlanmaktan ve cezalandırılmaktan kurtulmuş olur.
Her insanın yeni bir şey öğrenirken deneme ve yanılma yolu kullanması denerken hatalar yapması doğaldır.Çocukta yeni kurallar öğrenirken deneyecek sonuçlarını görecek belki bir-iki kez daha aynı hatayı yapacak ancak öğrenecektir.Önemli olan bu deneme yanılmalarda ona gereken sabrı ve desteği göstermektir.Yaptığı ilk hatada kızmak yada cezalandırmak düşünmesine olanak tanımadan yaptığın yanlış diyerek kestirip atmak davranışı öğrenmesini engellemekten başka bir işe yaramaz.
Çocuk istenilen davranışı gösterdiğinde bu davranış için gösterdiği çabayı fark ettiğinizi onu takdir ettiğinizi bazen sonucu yanlış olsa bile sadece harcadığı çaba için bile onu takdir ettiğinizibu kez neden olayın olumlu sonuçlanmadığını ve gelecek sefere ne yapması gerektiğini sabırla anlatmak gerekir. Çocuğu başaramadığı konularda fazlasıyla uyarırız.peki ya olumlu davranışlar.Onlar genellikle olağan ve yapılması gereken davranışlar olduğu için takdir etmeye çoğu zaman gerek bile duymayız.
Olumlu davranış ancak olumlu bir tepki görürse pekişecektir.Kendimize ne kadar hata yapma fırsatı tanıyoruz çocuğumuza ne kadar ...Bazen bir süre için sadece yapılan olumlu davranışları görüponlara odaklanmak hatalı davranışları sık sık hatırlatmamak gerekebilir.Takdir etmek ve ödüllendirmek istenilen davranışın hemen ardından yapılmalıdır.Aksi takdirde çocuk ne için ödüllendirildiğini ya da beğenildiğini unutacakaynı olumlu davranışı sergilemeyi de hatırlamayacaktır.
Sabır göstermek bazen gerçekten zor gelir.Zira çocuklar ebeveynlerin sabırlarını zorlamada çok başarılıdırlar.Öncelikle patlayacağınızı hissettiğinizde çocuğa duygunuzun ne olduğundan bahsedin ve o sırada tartışmayı kesip hem kendinizin hem de çocuğun sakinleşmesini bekleyin.Kendinize çocuğa sinirlendim ama acaba bu öfkenin gerçekten ne kadarı çocuğa yönelik ne kadarı başka nedenlerden diye sorun.Bazen işte yaşadığınız bir sorunu eve taşıdığınız için ya da o gün sizi kızdıran bir olay için patlayacak yer ararsınız.Karşınızdaki en kolay hedefte çocuk olur.Tartışma başladığını hissettiğinizde çocuğa çok kızgınım ya da yorgunum üzgünüm diye duygunuzu açıklayın.Çocuk bunu anlayacaktır.Bazen aynı davranışı sizi anlamamazlıktan gelip sürdürebilir ancak her defasında aynı şekilde davranırsanız bir süre sonra çocuk bu değişikliği fark edecek ve o da duyguları yolu ile konuşacak belki de neden o gün böyle davrandığı canını sıkan bir şey olup olmadığını anlatacaktır.Çocuk istenmeyen bir davranış yaptığında bunun sonuçları hakkında düşünmesini sağlamak ve açıklamak önemlidir.Evde belirlenen kurallara uyulmadığı zaman bunun kendisine ya da başkasına ne gibi zararları olacağı çocuğa anlatılmalı ve bunlar hakkında düşünmesi sağlanmalıdır.Bunun için çocuğa fırsat tanımak gerekir.Çocuk ısrarla kardeşinin eşyalarını karıştırıyorbozuyor ve dağıtıyorsa bunun yanlış olduğu anlatılmalıkardeşini üzdüğü hakkında düşündürülmeli ve kardeşinin eşyalarını toplaması sağlanarak yaptığı olumsuz davranış hakkında davranışını telafi etmesine ve düşünmesine yardımcı olmalıdır. Cezalandırmak çocuğunuzun öfkesinin artmasına neden olacaktır.Artan öfkenin kaynağı ise siz olacağınız için çocuk aldığı ceza ile davranışı arasında bağlantı kurmak yerine ceza ile sizin aranızda bağlantı kuracakböylece davranışının sonucunu düşünmesine fırsat kalmayacaktır.Halbuki amaç sonucu öğrenmesi ve sonuca katlanmasını düşünmesini sağlamak olmalıdır.Ödüllendirme yönteminde de dikkat edilmesi gereken yapılan her davranışı maddi olarak ödüllendirme yöntemidir.Dersini yaparsan sana şeker alacağım ya da seni gezmeye götüreceğim gibi ödüllendirmelerde bir süre sonra çocuğun istekleri karşılanamaz boyuta varabilir.Çocuk rüşvetle davranmayı öğrenir.Ödülünde dozu önemlidir.Ödül önceden değil mutlaka istenen davranış yapıldıktan sonra verilmelimutlaka maddi bir ödül olmamalıdırörn;sözlü takdirde bir ödüldür.İstenen davranışın yapılması bir süre sonra ödül olmadan da olmalıdır.Hedef ödüllendirme ile öğrenilen davranışın yerleşmesi ve ödüle gerek duymadan yapılması olmalıdır.
Unutmamalıdır ki çocuğa ne kadar olumlu yaklaşırsak o kadar olumlu cevap alabiliriz.Burada kendimiz için neler bekliyorsak aynısını çocuğa da uygulamamız gerektiğini hatırlamalıyız.

Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:41   #18
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Çocukluk Kahramanlarımız



Çocuklar yaşantılarından bir şeyler öğrenip gelecekteki acılardan korunmak için çaba gösterdikçe daha da gelişirler. İlk nefesimizi almaya başlamadan önce bile kişiliğimize katkısı olan ebeveynlerimizin yanında akranlarımızdan öğretmenlerimizden çevreden gelen yaklaşımlar kişiliğimizin temel şemalarını oluşturur. Çevresiyle olumlu ilişkiler içinde olan keyif alan özerk kendini ifade eden ilişkilerde sınırları fark edebilmeyi belirleyen yetişkinlik durumlarının tohumları çocukluk döneminde atılır. Sevgi güvenli bağlanma yeterlilik hareket özgürlüğü kimlik algısı gerçekçi sınırlar koyma hatalara tolerans ihtiyaçların ifade edilme özgürlüğü gibi temel ihtiyaçların ileri derecede engellendiği ya da aşırı verildiği durumların sonucu yetişkinliğe yansır. Tüm bu sistem kişinin inanç ve inanışları ile düşünce sistemini oluşturur.
Çocukken büyük güçlü güzel olağanüstü yetenekli ölümsüz yenilmez kararlı cesur iyilerin yanında özgür kahramanlara inanmaya gereksinim vardır. İlk kahramanlarımız kimimize göre anne ve babalarımız oldu. Daha sonra onların yerini masalların çizgi romanların kitapların filmlerin tarihimizin efsanelerimizin kahramanları aldı. Çocuklar ilk gençliğe geçme dönemlerinde savaşan galip gelen kuvvetli adil maceracı ulaşılmaz kahramanlara bir rol modeli olarak gereksinirler. Yaşamda karşılaşacakları olumsuzluklara karşı hayatta kalmanın ilk hazırlıkları bu kahramanlarla başlar. İdeallerini gerçekleştireneksik olan yönlerini onlarla tamamlayan kişilik özelliklerini yansıtan rollerin içinde hissederler kendilerini. Bu özellikleri doğurup geliştirip beslerler kişiliklerinde. Kimi hayal kırıklığına uğrar farklı gelişirler. Kimi bu etkileri yaşamlarında sürdürür. Maceracı güçlü özgür olur. Çocukluk kahramanlarıyla özdeşleşmek çocukluğu geliştirir korur yetişkinliği anlamlı kılar. Kahramanlar mı kişiliği belirlemeye yardımcı olur ? Kişilik mi o kahramanları seçer ? Yaşam boyu çevremize uyum sağlamakta kullandığımız tüm düşünce kalıpları çocukluk algısıyla şekillenir. Değerlilik Sevgi Yeterlilik ve Başarı şemaları erişkinlikte kendini ya bu durumların sürdürülmesi ya önemsenmemesi ya da aşırısını yaşamak şeklinde gösterir. Çocukluk Kahramanların seçimini de bu ihtiyaca destek olarak değerlendirebiliriz.

Psikolog Şeyda Özdalga
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:42   #19
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

Beynimiz Ve Biz



İnsan beyni dediğimiz organda çok karmaşık bir mekanizma hayat boyu işleyip gider. Beyindeki ve vücudun diğer kısımlarındaki milyarlarca nöronbirbirleriyle ilişki kuraraksinir sitemini oluşturur ve bizim tüm hayatsal mekanizmalarımızı en üst düzeyden yürütür. Aslında bir çok sinir bilimcinin dahi kolay kolay hayal edemediği bir şeyi gözümüz önünde canlandırmamız gerekiyor.

Ana yapısı hücrelerden oluşan kimyasal bir çorbadır sinir sistemi. Fakat öyle karmaşık bir çorbadır ki bu gün için hem bu çorbanın içeriği hakkında çok az bilgimiz bulunuyor hem de bildiğimiz ögelerin de ne iş yaptıklarını bir türlü tam olarak açıklayamıyoruz. Ayrıca bu kimyasal çorba nabız gibi atan sürekli hareket eden dinamik her ögesi diğer başka bileşenlerden etkilenen ve her an kaotik (karmaşık tahmin edilemez) tepkiler ve işlemler yapan amaca yönelik bir bütünlüktür. Her hücre birbirinden bağımsız yaşayan birimler olsa da vücudun diğer organları ile beraber tüm vücut ve çevre olaylarıyla da etkileşir ve bütünlük içinde çalışırlar. Belli yerlerdeki sinir hücresi grupları belli yerlerdeki başka gruplarla ilişki alindedir ve bu ilişkiler de ihtiyaca ve bireye göre oldukça değişkenlik gösterir.
Beynin ve sinir sisteminin işleyişi yakın zamanlara kadar basit elektrik devrelerine benzetilerek açıklanmaya çalışılmıştı. Bu anlayışa göre karmaşık da olsa sinir sistemi (ve tabii tüm biyolojik sistemler) anlaşılabilir ve laboratuarda tekrarlanabilir üretilebilir bileşenlerden oluşmaktadır. Hatta bazı gruplar bu anlayışı birkaç adım daha ileriye götürerek sinir siteminin aslında karmaşık bir elektrik devresinden ibaret olduğunu ve üzerinde yeterli miktarda çalışılarak insan beynine benzer bir makine yapılabileceğini bile söylemişlerdir. Yani düşünen karar veren sevinen üzülen kıskanan hisseden ve hatta yeri geldiğinde cinnet bile geçirebilen bir makine olmalıdır bu. İşin garibi bu fikir ortaya atıldıktan bu güne kadar bunun nasıl başarılacağı konusunda kimsenin en ufak bir fikrinin bile bulunmaması...
Büyük bilimci Einstein'e atfedilen bir söz vardır: "Bilim olabildiğince basit olmalıdır ama asla daha basit değil..." Yani bazı süreç ve olguları olduklarından daha basit görmek ve küçümsemek bilimsel anlamda bizi hiçbir yere götürmez. Unutmayalım ki sadece bildiğimiz oranda anlayabiliriz ve bu gün bildiklerimizin tüm evrendeki bilgi miktarı yanında bir hiç olduğunu akl-ı selim sahibi tüm insanlar teslim edecektir. O zaman her hipotez için en az iki kez düşünmek durumundayız demektir.
Bu kısa girişten sonra şimdi de sinir sisteminin işlevlerine bu işlevelrin sonuçlarına ve bildiğimiz kadarıyla bu işlevler konusunda bizim neler yapabileceğimizi tartışabiliriz..

Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Eski 21.11.2015, 03:44   #20
Çevrimdışı
Suzim
Müdavim

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Psikoloji ile İlgili Makaleler

ALGI





Tartışılması ilginç bir konudur. Yaşadığımız çevreyi ve bu çevrenin bileşenlerini ve hatta kendimizi nasıl algıladığımız
derin olarak düşünüldüğünde kafa karıştırıcı bir konudur. Şimdi anlatacağım şeyleri belki başka yerlerden de parçalar halinde duymuş olabilirsiniz ama hepsini bir arada inceleyip derinlemesine bir fikir jimnastiği yapmak ilginç olacaktır düşüncesindeyim.

Bu günkü (ve hatta uzun süreden beri var olan) görüşlerimize ve bilgilerimize göre
beyin algının en üst değerlendirme merkezidir. Bu işi yamak için çevreden gelen uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarıları çevreden veya vücudun içinden alan duyu algaçları bu duyuları elektriksel sinyaller halinde beyine gönderir. Beyin de bu aldığı elektriksel uyarıları -bu gün bile nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığımız bir mekanizmalar ağı ile- değerlendirerek o uyaranın "ne demek" olduğunu belirler ve ona verilecek tepkileri başlatır.
Az önce bahsettiğimiz "duyu algaçları" çeşitlidir. Örneğin etrafımızdaki ışık saçan veya yansıtan cisimleri "göz" dediğimiz algaç vasıtasıyla algılarız. Aynı şekilde kulak seslerin; deri algaçları dokunma ağrı ısı vb. gibi uyarıların; vücut içindeki yüzlerce değişik tipteki algaç açlık susuzluk ağrı ve hatta moral durumu sinirlilik sevgi vb gibi karmaşık duyguların dildeki algaçlar tadın ve burundakiler de koku duyusunun değerlendirilmek üzere vücuda girip beyine gönderildiği kapılardır. İşin ilginç yanı da burada ortaya çıkar. Şimdi bunları nasıl algıladığımıza bir bakalım...
Biyoloji ve tıp kitaplarında bulabileceğiniz açıklamalar ne kadar da basittir! Örneğin gözden girip beynin arka bölgesine giden uyarılar görmemizi sağlar. Bu ifadede ilk bakışta pek bir sorun gözükmüyor. Okuyorsunuz ve "vay be adamlar her şeyi çözmüş" diyebiliyorsunuz. Peki ya insan beynine yakışan bir tarzda düşünürsek ne olur?
Gözü ele alalım. Siz de bu arada diğer duyuları düşünebilirsiniz. Göze giren ışık gözün retina tabakasına çarpar ve burada çok ama çok karmaşık bir sistemle çalışan algaç hücrelerinde bu ışık enerjisi elektriğe dönüştürülür. Neden? Çünkü beyin sadece elektrik sinyallerini yorumlayabilir de ondan. Daha sonra gözdeki sinir hücrelerinden çıkan aksonlar (taşıyıcı uzantılar veya elektrik kabloları) beyinin arka (oksipital) bölgesine giderler. Burası beynin görme ile ilgili alanlarını içerir. İşte buraya bir elektriksel uyarı verilirse veya doğal kablolar yoluyla az önce belirttiğimiz yoldan bir uyarı gelirse bu uyarı geliş yeri ve geliş sıklığına göre "görme uyaranı" olarak yorumlanır. Yani kısaca bu elektrik nereye gelirse o alanın görevine göre yorumlanır. Bir benzetme yapmak gerekirse bu herhangi bir insanı Türkiye'de iken Türk Amerika'da iken Amerikalı ve Uganda'da ise Ugandalı olarak değerlendirilen bir bilgisayarın durumuna benzer. Çünkü bu bilgisayarın tek bildiği şudur: Bir insan neredeyse oralıdır. İşte beyin de kabaca bu şekilde programlanmış bir süper bilgisayar olarak düşünülebilir. Deneysel olarak görme alanlarına elektrik verirseniz beyninin o alanına elektrik verilen kişi gerçek anlamda bir ışık veya bir başka şey "görür". Ama aynı elektriği alıp bu kez duymayla ilgili bölgeye verirseniz bu kez kişi "ses duyacaktır". Aynı şekilde aynı elektrik nereye verilirse o bölgenin fonksiyonuyla ilgili bir yorum yapılır. Şimdilik bu kısmı aklınızın bir köşesinde tutun çünkü az sonra buna yeniden döneceğiz.

İkinci bir konu algıladığımız şeyin ayrıntılarını nasıl algıladığımızdır. Bu daha da karmaşık bir mekanizma gerektirir. Örneğin ışık uyaranı ilgili bölgeye geldi gelmesine ama bu görülen şey nedir? Hareketli midir? Büyüklüğüuzaklığı yapısı dokusu yönelimi nasıldır? Besin midir değil midir? Bu görülen görüntüye nasıl bir tepki verilecektir? İşte bu ve bunun gibi daha bir çok özellik yine beyin tarafından tayin edilir. Bunun için ise beyinde ilişkilendirme alanları ve ikincil üçüncül vb. alanlar denen alanlar bulunur. Her türlü duyu için bunlar geçerlidir. İşte görme örneğinde gelen elektriksel görme uyarısı ana görme merkezine geldikten hemen sonra bu yardımcı alanlara gönderilir. Buralardaki karmaşık sinir hücresi bağlantıları akıl almaz bir hız ve karmaşıklıkla gelen bilgiyi daha önceki bilgilerle ve diğer duyularla karşılaştırır ve saniyenin milyonluk kesirleri içerisinde bir karara varır. Bu karşılaştırma işleminin nasıl olduğu ise hala bir sır. Örneğin dışarıdan elektrik vererek kabaca duyuları taklit edebileceğimizi biliyoruz. Fakat ne kadar ince bir elektrik akımı verirsek verelim kişiye sözgelimi annesinin veya bir sandalyenin görüntüsünü gösteremeyiz. Şu an yapabildiklerimiz sadece kaba ışık patlamaları olacaktır.
Algıyla ilgili son bir konu daha var ki biraz felsefe kokan ve ilk duyuşta kavranması biraz zor olan bir mesele. Ama belki de kavrandığı anda insanın her şeye bakışını da değiştirebilecek kadar ilginç bir konu bu. Olabildiğince kısa bir biçimde bu konuya göz atalım:
Gene görme örneğini ele alalım. Göze giren ışık gözden beyine bir elektrik sinyalinin gitmesine sebep olur ve bu sinyal görme merkezine giden kablolarla taşındığı için görüntü olarak yorumlanır. Bir sandalyeye bakalım. Bu sandalyeden yansıyan ışık gözümüze girip elektrik halinde beynin ilgili bölgesine ulaştıktan sonra beyin bu uyarıyla ilgili tüm işlemleri yapar ve o uyaranın bir sandalye görüntüsü olduğuna karar verir. Ya da aynı şekilde yüksek bir tepeden bir ovayı seyrederken görüntüler yine beynimiz tarafından anlamlandırılıp yorumlanır. Şimdi de baktığımız nesne veya manzarayı bir kenara bırakıp beynin içinde olanlara bakalım. Bir elektrik sinyali geliyor değerlendiriliyor ve bunun bir görüntü olduğuna karar veriliyor. Dışarıdaki görüntüyü bir an unutursakbeynin bunu nasıl yaptığı konusunda hayrete düşmememiz imkansızdır. Sadece sırayla gelen elektrik sinyallerinden yemyeşil bir ova görüntüsünü üretebilmeyitamamen karanlık bir muhafaza içinde bulunan beyin nasıl becerebilir? Evet beyine hiçbir şekilde ışık ulaşmaz çünkü kat kat zarlarla paketlenmiş olarak kafatasının içinde bulunan bir organdır beyin. Peki nasıl olur da beyin ışık "görür"? Az sonra... :-)
Haydi düşünce gücümüzü biraz daha zorlayarak hayali bir deney yapalım. Bu deneyde gözden gelen sinir kablolarını gittikleri yerden çıkarıp örneğin duyma ile ilgili beyin bölgesine bağlayalım. Ne olur? Evet tahmin edileceği gibi bir ovaya bakarken görüntü yerine sesler duyarız. Kulaktan gelen kabloları da görme merkezine bağlarsak artık rahatlıkla konuşmaların rengini ve şeklini görüp manzaranın sesini duyabiliriz.
Nasıl? Bence karmaşık. Buraya kadar bahsettiğim şeyler benim görüşlerim değil sadece modern sinir bilimlerinin söyledikleri; yani bilimsel veriler. Buradan çıkarılabilecek bazı sonuçlar da mevcut. Hem de bu sonuçlar yenilir yutulur türden değil. Bu sonuçları çıkarmadan önce dünyanın algıladığımız kısmının ne kadar dar olduğunu tekrar hatırlatmak istiyorum. Gözle görünür halde olan ışık sadece 450-700 nanometre (milimetrenin miyarda biri) dalga boyuna sahip ışınların arasında yer alanlardır. Halbuki dalgalar teorik olarak sıfırdankilometrelerce dalga boyuna sahip radyo dalgalarına kadar değişen bir aralıkta dağılmıştır. Yine duyabildiğimiz sesler 10-10000 Hz (bir saniyedeki döngü sayısı) arasında yer alırken bundan çok daha farklı frekanslara sahip sesler bulunmaktadır. Her duyu için bu daracık aralıklar geçerlidir. Acaba kızılötesi ışınları da görebilseydik o zaman bir çiçeğe baktığımızda nasıl bir görüntü algılardık? Bunu kimse bilemez. Yani gerçek dünya ve evren şu anki kısır algılama araçlarımızla algıladığımızdan çok daha farklı bir yer. Ama nasıl bir yer? Açıkçası benim bu konuda herhangi bir fikrim yok...
Artık tartıştıklarımızdan bir sonuç çıkarabiliriz. Algı dediğimiz şey büyük oranda bir yanılgıdan ibarettir. Evreni gözlemleyen bir yaratık olarak algı araçlarımızın kısıtlılığı nedeniyle gerçek evrenin çok ilişkisiz bir temsilini seyretmek zorunda kalıyoruz. Hiçbir şey aslında (gerçekte) gördüğümüz duyduğumuz bildiğimiz tattığımız kokladığımız anladığımız veya dokunduğumuzda hissettiğimiz gibi değil. İşin kötü yanı görmediğimizi hayal edememe özelliğimizden dolayı gerçekte bunların nasıl oldukları konusunda da bir fikir yürütemiyoruz. Bir ovayı seyrettiğimizi zannettiğimiz zaman aslında o ovadan kaynaklanan veya ondan yansıyan algılama aralığımız içindeki uyaranların beynimiz içinde oluşturduğu ovanın "gerçek haliyle" çok zayıfça ilgili bir görüntüyü seyrediyor ve onu algılıyoruz. Demek ki aslında var sandığımız hiçbir şey o haliyle var değil. Eski çağlarda "aslında hiçbir şey gerçek değildir" diyen filozoflar tamamen haksız mıydı acaba?
Kısacası dışarıda gördüğümüzü (duyduğumuzu dokunduğumuzu vb.) sandığımız herhangi bir nesne aslında sadece bizim içimizde bir yorum. Yani tepesinde durduğumuz tepe aslında belki de beynimizin bir oyunu. Nasıl ki sinemada bir film seyrederken hızla birbiri ardına gelen hareketsiz görüntüleri beynimizle birleştirip şuursuz olarak hareket görüyorsak benzer bir yanılsama burada da geçerli. Kabullenmesi zor ama gerçek bu. En azından gerçeğin bir kısmı.





Alıntı
__________________
''Türkiye, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, geriye kalan her şeyi de Atatürk'e...''
  Alıntı ile Cevapla
3 Üyemiz Suzim'in Mesajına Teşekkür Etti.
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
ilgili, makaleler, psikoloji


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 03:02.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.