Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Kültür | Sanat | Edebiyat > Türkçe'miz


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 27.01.2009, 00:46   #1
oneyouu
Ziyaretçi
Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Okuma Ve Kitap Üzerine

OKUMA VE KİTAP ÜZERİNE: GÖRME ve OKUMA

GÖRME ve OKUMA

Kemal KIRAR

Okuma edimi, bilindiği gibi önce gözlerde başlıyor. Bu nedenle olsa gerek, Aziz Augustinus, “Gözler, dünyanın giriş kapısıdır.” diyor. MÖ V. yüzyılda Empedokles ise “göz”ü bakın nasıl tanımlamış: “Etrafa akan derin suları tutan; ama içerideki alevlerin dışarıya geçmesine izin veren ve zarif kumaşlarla ateşi tutsak eden Afrodit’ten doğmadır.” Tamam, gözümüzle görüyoruz ve harfleri de görerek kavrıyoruz; ama harfleri anlamlı kelimeler dönüştüren bir simya olmalı değil mi sizce de? Ne oluyor da gördüklerimiz (burada yazılı bir metin’den söz ediyorum) içimizdeki laboratuvarda âdeta töz’e dönüşüp nesneler ve renkler okunurluk kazanabiliyor? Şu okuma ediminin ne mene bir şeydir gerçekten!

Bakalım, IV. yüzyılda Epikuros ne diyor bu konuda: Ona göre, Empedokles’in sözünü ettiği alevler, nesnelerin yüzeylerinden gözlerimize doğru akan ince atom tabakalarıdır. Bu tabakalar, gözlerimize ve beynimize sürekli olarak artarak yağan bir yağmur gibi girerler ve nesnenin tüm nitelikleriyle beynimizi kaplarlar. Bu iddianın karşısavı, Epikuros’un çağdaşı Eukleides’ten geliyor. Ona söz vermezsek haksızlık etmiş oluruz! Onun savı da şöyle: “Işınlar, bakanın gözünden nesnelere doğru, onları anlamak için yönlendirilirler.” Bu iki sav’a kısaca: içe akım ve dışa akım diyebiliriz... O dönemde, Aristoteles de Epikuros’u destekler ve tamamlar nitelikte bir sav ileri sürmüştür: “İnsan gözü bukalemun gibidir; bakılan nesnenin biçim ve rengine bürünüverir.”

Altı yüzyıl daha yakına geldiğimizde, Yunanlı doktor Galenos tarafından yapılan ve Eukleides’in izinden giden bir açıklamayla karşılaşıyoruz: Galenos, beynimizde doğan ve optik sinir aracılığıyla gözü geçip havaya akan bir tür “görsel ruh”tan söz ediyor. Hava da bu durumda görme yetisiyle donanıyor ve gözlenen nesneler ne denli uzakta olsalar da onların niteliklerini kavrayabiliyordu. Bu nitelikler, göz aracılığıyla tekrar beyne, ardından da omurilik tarafından aktarılarak duygu ve hareket sinirlerine ulaştırılıyordu. Havayı iletken kılan da bakanın/görenin etkinliğiydi ve görmenin kaynağı beynimizin derinliklerindeydi.

Aslında, tartışma (savlama da diyebiliriz) temel bir soru’nun etrafında dönüyordu: Acaba biz, harfleri Eukleides ya da Galenos’un savunduğu gibi, uzanıp yakalıyor muyduk; yoksa, onlar mı duyularımıza doğru uzanıyorlardı, Epikuros ve Aristoteles’in savunduğu gibi? Bu karışıklık pek uzun sürdü; ama Leonardo da Vinci ve çağdaşlarının yanıta ulaşmasına neden olacak ipucu, büyük bilim adamı Ebu Ali el-Hasan İbnü’l Heysem (Batı’da, Alhazen adıyla tanınır) tarafından yazılan bir kitabın XIII. yüzyılda yapılan çevirisinde gösterdi kendini. (Meraklısına: İbnü’l Heysem [975 Basra-1039 Kahire] daha XI. yüzyılda yazdığı Kitab el-Menazir’de, damadı Ahmed ibn Caffar’a, görme sistemi şemasını da ayrıntılı bir biçimde çizdirmiştir. Büyük bir astronomi bilgini olmasının yanında, asıl ününü fizik ve optikte kazanmış olup atmosferin kalınlığını da ilk ölçen bilim adamıdır. Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Kepler, Galileo ve Toriçelli tarafından geliştirilen teleskopu ilk bulanın gene İbnü’l Heysem olduğunu söyler. )

Toparlayalım...

İbn’ül Heysem’in ölümünden iki yüzyıl sonra, İngiliz bilim adamı Roger Bacon, Papa IV. Clemens’e İbnü’l Heysem’in çalışmalarının yer yer düzeltilmiş geniş bir özetini sundu. Bacon, bu sunumda -İslami bilginlere paye vermeden- Büyük Efendi’ye “içe akım” kuramının mekaniğini açıkladı: Buna göre, bir nesneye baktığımızda, alt kısımda nesnenin kendisinin yer aldığı, tepe noktasında da korneanın eğik yüzeyinin merkezinin bulunduğu bir “piramit” oluşuyor. Bu piramit gözümüze girince ve ışınları göz küresinin yüzeyinde –birbirleriyle hiç kesişmeden- sıralanınca, biz de görme edimini gerçekleştirmiş oluyoruz. Bacon için görmek: Nesnenin görüntüsünün gözden içeri girip gözün “görme yetileri” aracılığıyla kavranabilmesidir.

Peki, bu algılama ve kavrama, nasıl oluyor da “okuma edimi” durumuna gelebiliyor. Yani, sadece harfleri, kelimeleri anlamanın yanında: sonuç çıkarma, tartma, belleme, tanıma, bilme ve deneme gibi uygulamaları içeren bir eyleme nasıl dönüşebiliyor? O dönem için, bu sorular maalesef yanıtlanamadı! Günümüz nörolinguistik (beyin ile dil bağlantısı) çalışmalarına, Basralı büyük bilim adamı İbnü’l Heysem’den neredeyse dokuz yüzyıl sonra (!) Michel Dax ve Paul Broca tarafından eşzamanlı -ama birbirlerinden bağımsız- olarak başlanıldığını düşünürsek, yitirilen yıllara şaşmamak elde değil!

Şimdi de -sadece bir “ara başlık” altında- görme ve okuma ediminin günümüz bilim anlayışıyla algılanmasından söz ettikten sonra, “telek-parşömen” tadındaki elyazmaların rutubetli ve gizemli koridorlarında dolaşacağız... Ayrıca ikinci bölümde, karşılaştırmalı olarak inceleyeceğimiz bir de soru var:

Söz mü uçar, yazı mı?

OKUMA VE KİTAP ÜZERİNE: SESLİ OKUMALAR

II. Bölüm

Önce, okumanın duyularımızla nasıl gerçekleştiğine son noktayı koyalım; sonra da “okuma”nın, parşömen elyazmalar zamanındaki serüvenine katılalım. Özellikle bu bölümümüzde, temel kaynağımız: İlk gençlik yıllarında, efsane edebiyat adamı Jorge Luis Borges’e iki yıl süreyle kitap okuyan Alberto Manguel’in, Okumanın Tarihi adlı benzersiz inceleme kitabı olacak.

İbnü’l Heysem’den Sonra

Günümüzde dahi “okuma” üzerinde doğrudan bir kesinlemeye gitmek olanaklı değil. Bu konuda ne yazık ki doyurucu bilgilere sahip değiliz. Örneğin, Côte-des Neigres Hastanesi’nde görevli Prof. André Reoch Lecours’un tezi şöyle: “Beynimizdeki her iki lop, dil becerilerimizin gelişmesi için yeterli değildir. Bu gelişimi gösterebilmesi için, beynimize ortak bir görsel imler sisteminin kavranması öğretilmelidir. Yani, ‘okuma’yı öğrenmemiz gerekmektedir.” Amerikalı araştırmacı E. Huey de “Okurken ne yaptığımızın tam olarak anlaşılması/öğrenilmesi, psikologların başarısının doruk noktası olurdu; çünkü, böylelikle insan beyninin son derece karmaşık işleyiş yöntemleri de açığa çıkardı.” demektedir.

Anlaşılan o ki: “Okuma”, mekanik bir model aracılığıyla anlatılacak bir şey değil. Beynimizin belirli bölümlerinde yapılan bir edim; ama işin garip tarafı, sadece bu bölümlerin katkılarıyla da gerçekleşmiyor. İbnü’l Heysem’den bir alıntıyla bu ara bölümü sonlayalım: “Okurların rolü, yazının ipuçlarının çizgilerle ima ettiğini görülebilir hale getirmektir.”

Kil Tabletler


Mezopotamya’nın kil tabletleri, her bir yanı 3 inç olan kare biçimindeydiler (pek seyrek olarak dikdörtgenlere de rastlanabiliyor) ve deriden yapılan çanta ya da kutularda saklanırlardı. Okurlar, daha önce sıralamasını bildiği kitapları, tablet tablet satın alırlardı. Bölge toprağının kil tablet yapmaya çok elverişli olması ve zamanın yazarlarının ustalıkla ve ivedilikle çalışmaları, yüz binlerce tabletin -günümüzde- okunabilmesine olanak sağlamıştır. Noah Kramer’in, kült kabul edilen kitabının ismine bir gönderme yaparak şöyle diyebiliriz: “Böylece, tarih de Sümer’de başlamış oldu.

(Tam burada, bu yıl 95. yaşını kutlayan büyük Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ı anmamak haksızlık olur; çünkü o, on binlerce kil tableti okuyup dilimize çeviren büyük bir bilim insanıdır.)

Kil tabletlerle ilgili ilginç bir bilgiyi, M. İlmiye Çığ’ın kaleminden aktaralım: “Sümer medeniyetinde, kil tabletlere yazılan ve bir yerden bir yere gönderilen mektupların üzerleri ince bir kil tabakasıyla örtülürdü. Tablet-mektup’u alan, sertçe bir araç ile yazının üzerini kaplayan ince tabakayı kırıp mektubunu okurdu. Bu sistemin, yazılanların üçüncü kişiler tarafından okunmaması için geliştirilen bir zarf yöntemi olduğu anlaşılıyor.”

Papirüs ve Parşömen


Papirüsün kurutulmuş ve ince liflere ayrılmış dallarından, tomarlar (rulolar) yapılabiliyordu; ama bu halen kodeks (ciltlenmiş kâğıtlar) yapmaya uygun değildi. Kil tabletlerin ağırlığı ve papirüsün kırılgan yapısı da zaten, kodeks oluşturmaya elverişli değildi. MÖ II. yüzyılda parşömenin ortaya çıkışıyla okumanın yaygınlığı da artmaya başladı. Parşömen (ya da “tirşe”: her iki de hayvan derisinden yapılır) daha dayanıklı olması yanında, hem daha ucuza mal ediliyor, hem de ciltli kitap (kodeks) yapılmasına olanak tanıyordu. Parşömenin ortaya çıkış öyküsü de ilginçtir: Mısır Kralı Ptolemaios, üretimini ulusal sınırlarında tutmak amacıyla papirüsün dışsatımını yasaklamıştır. Bu durum karşısında, rakibi olan Bergamalı Kral Eumenes de kütüphanesindeki kitapların varsıllığını artırabilmek için yeni bir gereç bulmak zorundadır ve bu gereç de “parşömen”dir. (Gerçi, bir yüzyıl önceden yapılmış parşömen kitaplara da [rulolar halinde] rastlıyoruz... Bu tez, parşömenin yaygınlığına neden olması anlamında kabul edilebilir.)

Sesli Okumalar Üzerine

Ortaçağa dek yazarlar, okurların metni sadece göreceklerini değil, duyacaklarını da varsayarlardı. Öyle ki kendileri bile sözcükleri oluştururken yüksek sesle söylerlerdi. O devirlerde, okuyan kişioğlu sayısı pek az olduğu için, “dinletiler” pek yaygındı. Yazılı metinler, dinleyenleri kulak vermeye çağırırlardı. Söz’e övgü vardı; yazı ikincil olarak kabul edilirdi. Yüksek sesli okumalarda, harflerin fonetik olarak birbirlerinden ayrılma zorunluluğu olmadığı gibi, tümceler de art arda zincirleme olarak sıralanırdı. Özce: Birbirlerinden ayrılmayan sözcükler, büyük ve küçük harf ayrımının gözetilmemesi ve noktalama imlerinin olmadığı yazma geleneği, sesli okumaya alışanlara hizmet etmekteydi. Yaklaşık, MÖ II. yüzyılda Aristophanes tarafından bulunduğu varsayılan ve İskenderiye kütüphanesinde geliştirilen noktalama imleri de tutarsızdı. Devrin retorik profesörü Augustinus da metni sesli okumadan önce çalışma yapmak zorundaydı, ondan önce yaşamış olan Cicero da...

Harflerin sözcükler ve tümceler olarak ayrılma süreci pek uzun sürdü. Mısır hiyeroglifleri, Sümer çivi yazısı ve Sanskritçe yazılan eski metinlerde bu tür bölünmeler gerek duyulmuyordu. Çünkü, eski zamanların yazıcıları işlerini öyle iyi biliyorlardı ki görsel ayırıcılara gereksinimleri yoktu. Örneğin, ilk dönem Hıristiyan keşişleri, yazdıkları metni ezbere bilirlerdi. Zaten, okuma becerisi zayıf olanlara yardım amacıyla: Metinler, “per cola et commata” adı verilen tamamlanmış düşünce birimlerinden oluşan satırlara ayrıldı bir zaman sonra... Bu durum -en azında- okuyucuya, düşüncenin sonunda sesinin yükseltmesi ya da alçaltma konusunda yardım eden ilkel bir noktalama imi olarak kabul edilebilir. VII. yüzyılın ortalarından itibaren, bir nokta ve yanında birkaç çizgi bileşimi “nokta”; yukarıda bir nokta da günümüzde kullanılan “virgül” imi yerine kullanılır oldu.

Üçüncü bölümün konusunu ikinci bölümden çalmak zorunda kalacağım anlaşılan; çünkü okuma, kitap, kodeks, parşömen derken, “Söz mü uçar, yazı mı?” sözünü irdelemeye yerimiz kalmadı. Gerçi, “Sanal ortamda sayfa sayısının ne önemi var canım!” diyenleri de duymuyor değilim... Nedir, her bölümü aynı sayılarda tuş vuruşuyla sonlamak istiyorum; hepsi bu!

Kemal KIRAR

Anafilya'dan Alıntıdır
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
kitap, okuma, Üzerine


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 06:21.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.