Tekil Mesaj gösterimi
Eski 26.12.2021, 17:51   #3
Çevrimdışı
Ben kimim
Yasaklı Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Türkiye'de AKP krizi.



Emanet Ve Ehliyet Nasıl Yozlaştı?

Siyaset; toplumu yönetme ehliyetine sahip ve buna talip olanlarla toplum arasında ekonomik, siyasal, kültürel ve inançla ilgili ilgi bir sözleşmedir. Bu sözleşmelerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyen ve yaptırımı olan mekanizmalara sahip olmalıdır.

“Kendi saadetini, başkalarının felaketi üzerine kuranlar,

Zulmün en çirkinini işlemiş olurlar.

Sadece Kur’an’ın değil, diğer vahiylerin de yozlaşmasında temel etkenlerin en önemlisi siyasettir. Din başarı ve çıkar için siyasete araç olarak kullanılarak yozlaştırılmaktadır. Bütün zamanların en acımasız ve ahlaksız sektörü dinin siyasi amaçlar için kullanılmasıdır. Bu sektör, büyük zulümlere (Hz. Hüseyin’in öldürülmesi), savaşlara ve dinden dönmelere sebep olmuştur. Siyaset dinciliği, dinin omurgası olan ilahi irade yerine beşerî iradeyi ikame ederek yozlaştırmayı meşru hale getirir. Bunu da dini delillere dayandırır, aksi halde inandırıcılığı olmaz ve taraftar bulamaz. Siyaset dinciliği, Kur’an’ı sese indirger, Hz. Peygamberi melek-nebi konumuna yükseltilir, ilkelerde model yerine şekilde modele indirger. Böylece vahyin ilkeleri ve Hz. Peygamberin modelliği yerine hatasız halifeler, mezhep imamları, şeyhler, üstatlar ikame edilir.

Borçlar birer emanettir, süresi gelince ödenmesi gerekir.

Ücretli veya ücretsiz olarak üstlenilen bir iş ve görev emanettir.

Halkın, ehil olanları seçmesi, seçilenlerin halkı en iyi bir şekilde temsil etmeleri gerekir.

Ödünç alınan eşya birer emanettir, zarar verilmeden kullanılması ve sahibine iade edilmesi gerekir.

Kamu malları birer emanettir, iyi korunması ve yerinde kullanılması ve zarar verilmemesi gerekir.

Atama ve iş verme konumunda olanların işleri ve görevleri ehil olanlara vermeleri gerekir.

Ehliyet, bir kişinin bir emaneti, bir görev ve sorumluluğu üstlenebilecek meslekî niteliklere sahip olma durumunu, bilgi ve becerisiyle o görev ve sorumluluğa özgü uygunluk ve yeterlilik durumunu ifade eder. Ehliyet ile insanın yaptığı veya atandığı işi veya mesleği yapabilecek, uhdesine tevdi edilen görev veya makamın emanet bilinciyle gereğini yapabilecek ustalık, uzmanlık, bilgi ve meslekî yeterlilik donanımında olmasına işaret edilir. İslam’da emanet olarak görülen iş, görev ve makamlara, toplumun, toplumda ilgili ve yetkili insanların, yöneticilerin, ehline, ehliyet sahiplerine verilmesi farzdır. Emanetleri ehline vermek adaletin bir gereği olduğu gibi makamında adaletle oturmak, makamının gereği olarak yönetimini ve işlerini adaletle yürütmek de ehliyet sahiplerinin yapabileceği bir şeydir. Nitekim “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisa 4/58) ayeti, emaneti, emanetle ehliyet ve adalet arasındaki sıkı ilişkiyi açıkça ifade etmektedir.

İslam’da devlet ve siyaset anlayışı, adaletin tesisini ve zulmün kaldırılmasını önceleyen, insan haklarının korunmasını ve yetkinin halktan alınmasını gerekli gören hukûki bir düzenlemeyle ilgilidir. Bunun çerçevesi, adalet, hakkaniyet, şûrâ ve ehliyet (yetkinlik ve yeterlilik) olarak belirlenmiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet, bu konuyu hukûki çerçeveden ziyade kelamî çerçevede değerlendirmiş, hukuka dayalı bir devlet ve siyaset anlayışı geliştirememiştir. Başka bir ifadeyle tarihsel siyasi tecrübeyi idealize ederek dini-siyâsi bir doktrine dönüştürmeye çalışmış ve İslam’da siyaset anlayışının dini naslarda kelami (teolojik) temelleri olmadığı halde, onlarca kelami delil üretmiştir. Böylece dini bir kurum haline dönüştürülen kurumsal siyaset, Mâturidî tarafından, aynı yolla yeniden eski hüviyetine kavuşturulmak istenmiş, toplumsal ve siyaset zemininde insani bir eylem olarak temellendirilmiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet, siyasi hakimiyetin kaynağını, teoride, halka dayandırmasına rağmen, uygulamada bunu gerçekleştirememiştir. Emevilerden itibaren, Müslüman toplumların yönetimi, halkın onayıyla belirlenmemiş, babadan oğula geçen saltanata dönüşmüştür.

Emevîler ve Abbasîler kendilerini halka kabul ettirebilmek ve meşruiyetlerini ispatlamak için dinî izahlar geliştirerek dini siyasetlerine alet etmişlerdir. Zamanla bu, yanlış olarak hilafetin dinî bir müessese olduğu şeklindeki algılamaya dönüşmüştür.

Emevî ve Abbasî devlet reisleri “halife” unvanını menfaatleri gereği kullanmışlar ve hatta bu unvanın dinî mahiyetini daha pekiştirecek eklemeleri yapmakta da bir beis görmemişlerdir. Emevî halifesi Abdulmelik “halifetullah” unvanını fermanlarında kullanmış, Abbasî halifeleri ise unvanlarına “zıllullahi fi?l-arz; fi?l-berr” gibi ilavelerde bulunmuşlardır.

Hem dini hem de evrensel değerlere uygun bir yönetim, yakınların kayırılmadığı, kendisinden olmayanın ötekileştirilmediği, devlet yetkilerinin kötüye kullanılmadığı, kamu malının zarar ve ziyana uğratılmadığı, yolsuzluk, hırsızlık ve usulsüzlük yapılmadığı, kamu malından servet biriktirilmediği, bürokratik kurumların demokrasinin gereği olarak bağımsız karar alabildiği, yargı üzerinde siyasi baskı oluşturulmadığı, düşünce ve eleştirinin suç sayılmadığı, yöneticilerden korku duyulmadığı, sivil toplum örgütlerinin ve medyanın bağım*sızlığına sınırlama getirilmediği, kaynakların israf edilmediği, eğitime, sağlığa, kültürel etkinliklere, sanata, çevreye, bilim ve teknolojiye fazlasıyla yatırım yapıldığı, her türlü kamu fa*aliyetinden halkın haberdar edildiği, yöneticilere güven duyulduğu, gerektiğinde yöneticilerin hatalarının sorumluluklarını üstlendikleri, görevlerini erdemli bir şekilde devredebildikleri, gerekirse yargılanabildikleri, yönetenin asıl amacının yönettiğine hizmet etmek olduğunun unutulmadığı, çalışanların ekonomik açıdan geçim durumlarının olabildiğince yüksek olduğu, şeffaf ve bağımsız kurumlar tarafından denetlenebilir bir yönetimdir. Bu değerlerin olmadığı ya da eksik olduğu yönetimler adaletsizliğe, haksızlık ve hukuksuzluklara yönelir ve ardı arkası kesilmez gerekçe ve bahaneler üretirler. Bir yöneticinin en başta kendisine yapacağı en büyük iyilik adaletli olması, en büyük kötülük ise adaletten sapmasıdır. İslam dininin hükümleri çok sağlam bir güven ve adalet temeline dayalıdır. Ayetin ifadesi ile: Allah, adaletle hükme*denleri sever. (Maide 42)[12]

Sonuç:

Siyaset ilkçağlardan beri hep farklı şekilde yapılmıştır. Bu farklılık bazen liderden, bazen de egemen görüşlerden kaynaklanmaktadır. Aristo; siyaset pratik ahlaktır, demiştir. Siyaset dinlerin egemen olduğu Orta Çağ’da; tolumun ortak iyiliğini ve adaleti sağlamak, şeklinde tarif edilmiştir. Yeni Çağ ile birlikte menfaatlerin elde edilmesi için kullanılan bir araç olarak algılanıp tanımlanmaya başlamıştır. Siyaset, toplumu yönetme ve güç kullanma diye de tanımlanmıştır.

Toplumdaki çeşitli gruplar ve sermaye siyasal iktidarı elde etmek, onunla kendi görüşlerini ve menfaatlerini gerçekleştirmek amacı güderler. Siyaset; toplumu yönetme ehliyetine sahip ve buna talip olanlarla toplum arasında ekonomik, siyasal, kültürel ve inançla ilgili ilgi bir sözleşmedir. Bu sözleşmelerin yerine getirilip getirilmediğini denetleyen ve yaptırımı olan mekanizmalara sahip olmalıdır. Hicretten evvel bir cemaat başkanının görevlerini yerine getiren Hz. Peygamber, Medine’de bir devlet başkanının bazı görevlerini üstenmiştir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde Müslümanların bir toplumu ve yurtları vardı.

Ahlak, iman ve ibadetin bireyde davranış olması ve bunların toplumda siyaset, hukuk, ekonomi ve eğitime ilkeler olarak yansıması gerçek dindarın ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Hukuk, siyaset, ekonomi ve eğitim; ahlak, iman ve ibadetten koparıldığı zaman şekil/ezber/dogmatik/muhafazakâr dini zuhur eder. Ahlak, iman ve ibadetin ruh ve ilkeler olarak devlet erki olan; hukuk, siyaset, ekonomi ve eğitime sirayet etmesi onu din devleti kılmadığı gibi, ahlak ve imandan steril bir hale getirilen devlet insana rağmen (robotlara hitap eden) kurgulanmış bir erktir, güçtür. Bu devlet kendine göre insan/toplum inşa eder. Oysa esas olan toplumun kendine göre devlet inşa etmesidir. İnsanın menfaati için tesis ettiği devlet aygıtı artık onu tehdit eden bir unsur olmuştur. “Besle kargayı oysun gözünü” sözü hakikate inkılâp etmiş görünüyor.

Din, tarihi süreçte din adamları tarafından dogmaya dönüştürülmüştür. Allah’ın boyası iken Allah’ın sopası haline getirilmiştir. Annelerin “Allah seni yakar”, “Allah seni taş eder” gibi sözleri bunun delidir. Böylece, şifa zehire, hidayet dalalete, iman itikada inkılâp etmiştir. Bu dönüşümden sonra, dinin üç gayesinde eksen kayması meydana gelmiş, tevhidin yerine şirk, vicdanın yerine heva, adaletin yerine zulüm ikame edilmiştir. Tevhit ulûhiyetin, vicdan ahlakın, adalet siyasetin sigortasıdır. Hâsılı kelam, tedavülde sigortası attırılmış, meta haline getirilmiş bir din tüketime sunulmuştur. Genetiği değiştirilmiş din, genetiği değiştirilmiş meyve ve sebze gibi şifa iken zehir oluyor.

Kötü karakterli, erdemden yoksun kişilerin atandıkları görevleri kişisel çıkarları için ve halkın zararına kullanacaklarını, bunun devlet, toplum ve kendileri için telafisi imkânsız zararlara yol açar. Toplumda adaletin, barışın, güvenin, huzurun ve refahın sağlanması ancak kamu görevlerine yapılacak atamalarda liyakat ve ehliyetin temel alınmasıyla mümkün olabilecektir. Uzmanlık ve deneyime bakılmaksızın işlerin yürütülmeye çalışılması halinde ise, toplumsal düzenin işleyişi zarar görecek, ülkenin gelişmesi ve ilerlemesi mümkün olmayacaktır.


https://haber100.com/kuranihayat/d/2...erinin-tespiti
  Alıntı ile Cevapla
Ben kimim'in Mesajına Teşekkür Etti