Forum Gerçek

AnasayfaForumları Okundu Kabul Et Bugünkü Mesajlar
Geri git   Forum Gerçek > Bir Yudum İnsan > Sosyal Bilimler

Sosyal Bilimler Sosyoloji, felsefe, hukuk


Yeni Konu aç  Cevapla
 
Seçenekler
Eski 04.03.2021, 01:35   #1
Çevrimdışı
OkyanusunKalbi
WoodStock

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Geçmişten Günümüze Kadının Annelik Sınavı


Geçmişten Günümüze Kadının Annelik Sınavı





Günümüzden dört bin yıl önce bu topraklarda Neşili1 dilini konuşan çocuklar, annelerine “anna” diye hitap ederlermiş.2 İnsanlık tarihinin günümüze dek ulaşan mirası, ister istemez bugün ile geçmiş arasında bir bağ kurmamıza neden oluyor. O “anna”nın bizim “anne”miz olma olasılığı hiç de düşük değil.


Anneliğin tarihi yolculuğuna çıkarken sıklıkla üremenin, anneliğin, bereketin ve adaletin simgesi olan ana tanrıçalara da değinmeden geçmeyelim. Bugünden bakıldığında dönemin animistik düşünceye yatkın insanının, kadının doğurganlığı ile toprağın yaratma gücünü zihninde eşleştirmesi oldukça anlaşılır görünüyor.

Acaba “toprak ana” nasıl oldu da uzun yıllar boyunca kadının baskı altında tutulmasına ve aşağılanmasına tanıklık ede ede bugüne dek varlığını korudu? Bu durum, kadının doğurganlığının yüceltildiği, bereketi bağışlayan olduğu, saygı duyulduğu ve aynı zamanda korkulduğu dönemlerin insanlık tarihi açısından önemli bir yer tutmuş olması ile açıklanıyor.3




Toprak ana

Peki, sonrasında ne oldu da ana tanrıçalardan geriye birkaç öykü ve buluntu kaldı? Kadının annelik işlevi, ilk insandan bu yana nasıl bir dönüşüm geçirdi? Yoksa annelik, insan dişisine özgü içgüdüsel bir davranış mıydı? Öyleyse bugün çocuk yapmayı tercih etmeyen ve sayıları giderek artan kadınların varlığını nasıl açıklayacağız? Anne oldukları halde çocuk büyütmenin kendisine göre olmadığını fark eden, çocuğunu terk eden ve ihmal eden kadınların hepsini “hasta” olarak mı değerlendireceğiz? Kadının annelik görevi nerede başlar ve nerede biter? Erkeğin anatomik yapısının farklılığı, çocuk bakımı işinin dışında kalışını açıklar mı?

Anne, baba ve toplum üçgeninde çocuk bakımının konumlanışı nasıl olmalıdır?

Tüm bu soruların yanıtlarını ararken, insanın sadece biyolojik bir varlık olarak ele alınamayacağı gerçeğinden yola çıkmamız gerekiyor. İnsanın düşünceleri ve davranışları içinde yaşadığı maddi koşullar tarafından belirlenir, şekillenir ve dönüşür. Ve gelişen insan aynı zamanda toplumu dönüştürme iradesine de sahip hale gelir. Tarih boyunca farklılaşan annelik işlevini de bu diyalektik içinde ele almalıyız.

Bu yazıda, pandemi günlerinde büyük bir mesele olarak karşımıza çıkan çocuk bakımı işini ve “annelik” kavramını ele alacağız. İlkel toplumlardan kapitalizmin değişen aşamalarına, annelik işlevini gözden geçirecek ve eşitlikçi bir toplum iddiasındaki sosyalizmin anneliğe bakışını sosyalist deneyimlerin ışığında tartışacağız.




İlkel toplumlardan devrimler çağına kadının annelik serüveni
İlkel toplumlara ait bilgi eksikliği nedeniyle aile yapısına dair tartışma, günümüze dek farklı bakışlarla yürütüldü.

Sosyalist literatürde kadının toplumsal konumuna dair ilk eser olan Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı, bu konuda hâlâ temel referanslardan biri olmayı sürdürüyor. Engels’e göre, sınıflı toplumlardan önce kadın ve erkek arasındaki cinsiyete bağlı farklılıklar herhangi bir eşitsizliğe neden olmamış, kadın hem anneliği hem de toplumsal üretimi bir arada sürdürebilmiştir. Sınıflı toplumların gelişimiyle birlikte kadın toplumun yeniden üreticisi olarak aileye hapsolmuş ve modern aile, kadının evsel köleliği üzerine kurulmuştur.4




Tarım toplumuna geçişle birlikte yani Engels’in kadınların toplumsal üretimden geri çekildiğini söylediği dönemlerde, tanrıçalar da yaratılış efsanelerinde tanrıların yanında daha az görünmeye başlar. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla o güne dek kadınla ilişkilendirilmiş olan yaratıcı güç artık tek başına tanrının olur ve ana tanrıçaların yerini krallara benzeyen “baba” tanrı doldurur.5 Tanrı erkek olunca ve kadın da toplumsal değerini yitirince, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmak kadına düşer. Meryem, tanrının oğlu olan İsa’nın annesidir ancak hiçbir zaman tanrının eşi olmaz. Bakire Meryem, kadının anneliğinin eskisinden farklı bir biçimde edilgen bir araç ve kutsallığa indirgenmiş halidir. Tarihin bu dönemecinden sonra kadın ve annelik arasındaki “kutsal” bağ, günümüze dek varlığını koruyacaktır.

Ortaçağ boyunca tahmin edildiği üzere anne, baba ve çocuğun toplumsal konumu dinin etkisi altında şekillenir. Ortaçağ karanlığında kadın her türlü baskı ve aşağılanmaya maruz bırakılırken çocuklar da birer günah meyvesi olarak kabul görür. İspanyol vaizi J.L. Vives 1542’de şöyle der:

Bedenler ancak hazdan zayıf düşer, çocuklarını şehvetle emziren anneler aslında onların mahvına sebep olur…

Anneler, erkeklerin kötülüklerinin büyük bir bölümünün size atfedildiğini unutmayın”.6 Bu dönemde şehvet ve kötülüğün anası olan kadının, bebeğini emziriyor oluşu da beslemenin ötesinde anlamlar ifade ediyordu olasılıkla.

Aydınlanma Dönemi ile birlikte dinin hem siyasal hem de toplumsal alandaki etkisinin azalmasının bir sonucu olarak kadınların konumunda da değişiklikler olur. Kadınlar hem işçi sınıfı hareketinin parçası olarak hem de ayrı bir koldan ilerleyen kadın hareketleri ile eşitlik ve özgürlük mücadelesini bu dönemde güçlendirirler. Yine de kişisel hak ve özgürlükler mücadelesinden kadının payına eşitlik değil “iyi bir eş ve anne olmak” düşer. Aydınlanmanın önderlerinin gözünde bile kadının işlevi bundan öteye gitmez.7

Sanayinin ilerlemesi ve artan iş gücü ihtiyacının bir sonucu olarak kadınlar ve çocukların fabrikaları doldurmaya başlaması, ailenin yapısında köklü değişikliklere neden olur. Bazı sektörlerde doğrudan aileler çalıştırılır. Bazı işçi aileleri işverenin gösterdiği yatakhanelerde toplu olarak ikamet ederken bazıları kendi konutlarında yemek hazırlamaya bile vakit bulamayacak durumdadır.

Yüzyıllardır kadının üstlendiği çocuk bakımı burjuvazi açısından bile önemli bir toplumsal sorun haline gelir.8




Bebel, bu dönemde, Almanya’da, zengin ve modaya düşkün kadınların çocuklarını, doğar doğmaz bir süt anneye teslim ettiklerini anlatır. Köylü kadınlar ise sırf bu nedenle gebe kalırlar ve kendi çocuklarını köyde daha yoksul bir kadına bırakarak Berlin’de zengin bir ailenin yanına yerleşirler.9

Fransa’da ise 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyıl başlarında çocuklar anneleri tarafından emzirilmez ve yeni doğan bebekler hemen bir sütanneye verilir. Süt annelik uygulaması önce burjuva sınıfında ortaya çıkar, 18. yüzyıl ile birlikte tüm toplumda yaygınlaşır.10 “Evde sütanne” sistemi sadece soylular ve yüksek burjuvazinin erişebildiği bir lüks olup toplumun geri kalanı çocuklarını emanet edecek süt anneler bulurlar. Kentin çalışmak dışında seçeneği olmayan en yoksul kesimini oluşturan işçi sınıfı için çocuk bakımı, yaşamlarını sürdürebilmenin önünde büyük bir engel haline gelir. Onlara çocuklarını hastaneye bırakmak, en düşük ücreti talep eden ve dolayısıyla zaten kendisi de çok güç şartlarda yaşayan bir süt anneye teslim etmek ya da çocuğu ölüme terk etmek dışında pek de seçenek kalmaz.11

Kapitalizm ilerlemektedir ve çok daha fazla işgücüne ihtiyaç duymaktadır. İşçi sınıfının ailesi de bu ihtiyacı karşılayan en temel yapı olarak bir yandan yok olurken bir yandan yeniden var edilmelidir. 16.,17. ve 18. yüzyılın savaşlarının azalttığı nüfus nedeniyle de evliliği kolaylaştırma çalışmaları yapılır. Almanya, Avusturya, İspanya, Fransa gibi ülkelerde erken yaşta evlenenler ve çok sayıda çocuk yapanlar vergiden muaf tutuldular.12




Engels’in 1844 yılında İngiltere’de işçi sınıfının durumunu yazdığı kitabı, işçi sınıfından kadınların ve çocukların koşullarını gözler önüne serer:

“Annelerin çalıştırılmaya başlanmasıyla çocuklar arasında genel ölüm oranının artmış olduğu apaçık bir gerçek…

Kadınlar, üç-dört günlük bir lohusalıktan sonra bebeği evde bırakarak fabrikaya dönüyorlar. Yemek vaktinde hem bebeği beslemek hem de kendileri bir şeyler yemek için eve koşturuyorlar, tabii bunun nasıl bir emzirme olacağı da belli.”13

Annenin sabah saat 5’te fabrikaya geldiği ve akşam 8’de eve dönebildiği çalışma koşullarında, evdeki bebeğe sıklıkla kendisinden biraz büyük diğer çocuk bakmaktadır. Ev diye bahsedilen de içinde yemek pişirilemeyen, yıkanılamayan, doğru dürüst yaşama imkânı vermeyen bir bodrumdur.

Aile yapısında koşulların dayattığı değişikliklere rağmen toplumun aile algısının yönetimi, kapitalist devletler için bir zorunluluktur. Bunun bir uzantısı olarak 19. yüzyıl ile birlikte burjuva sınıfında “çocuklarına karşı ilgili ve sorumluluk sahibi” yeni bir annelik modeli yayılmaya başlar. Zengin burjuva anneler artık kızlarını bizzat kendileri “iyi bir eş ve iyi bir anne” olmaları için eğitmeye başlarlar. Böylelikle burjuva sınıfının kadınları için, aile içinde eskisinden farklı bir alan açılmıştır. Artık çocukların eğitimi onlardan sorulmaktadır. Bu yeni moda annelikten en son etkilenenler ise işçi sınıfının kadınları olacaktır.

19. yüzyıl, burjuva sınıfının kadınların “annelik” içine hapsolduğu, işçi sınıfının kadınlarının ise yaşam mücadelesi içinde anneliğine yabancılaştığı bir dönemdir.

Kadınların eşit yurttaşlık, eşit oy hakkı, miras hakkı, ev kadınlığı ya da annelik gibi rollerin eşitsizliğe yol açmayacak şekilde düzenlenmesi gibi alanlarda mücadelelerinin de güçlendiği bu yüzyıl, aynı zamanda ezilen işçi sınıfının kadınıyla erkeğiyle ayağa kalktığı dönemlere tanıklık etmektedir. 1830 Temmuz’u ve 1848 Şubat’ında Fransa’da yaşanan devrimler, bütün ülkelerin proleterlerine birleşme çağrısı yapılan Komünist Parti Manifestosu’nun Marx ve Engels’in kaleminden çıkışı ve nihayetinde 1871 Paris Komünü… İşçi sınıfının kadınları, anneleri tarihi bambaşka bir yöne evrilten tüm bu süreçlerin ayrılmaz parçası olmuşlardır. Serpil Güvenç, Komün’ün kadınlarını anlattığı yazısında14 şöyle der:

“Ev kadınlığı ve fahişeliğin kadına en uygun iki meslek olduğunu söyleyen anarşist Proudhon’a inat, sokaklara döküldü kadınlar. Hükümetin gönderdiği askeri birliklere ‘Bize mi ateş edeceksiniz? Bize, kardeşlerinize? Siz, kocalarımız, çocuklarımız?’ diye seslenerek onları kendi saflarına kattılar ve askerlere generallerini tutuklattı kadınlar.”

İşçi sınıfının ayağa kalkışları, burjuvaziye gücünün sınırlarını hatırlatmış, hem kadın hem de erkek emekçilerin en temel kazanımları bu sayede elde edilmiştir.




Avrupa’daki köklü değişimlerin Osmanlı İmparatorluğu’na yansıması ise Tanzimat ile olur. 1839 ile başlayan, sosyal içerikli politikalar ve reformların kendini gösterdiği bu dönemde, Osmanlı kadınlarının statüsü de “annelik” kavramı etrafında tartışılmıştır.15 Zaten Osmanlı’da geçmişten beri dini kurallarla ve geleneklerle koruma altına alınmış olan annelik, Tanzimat ile birlikte “yeni reformların uygulayıcısı ve koruyucusu olacak nesillerin eğiticisi” misyonunu da omuzlamıştır. Döneme ait gazete ve dergiler16, kadının temel olarak “iyi eş ve anne” olmaları yönünde eğitimini destekler.




Kapitalizmin gelişimi bizim topraklarda gecikse de, Birinci Dünya Savaşı öncesinde sadece Müslüman olmayan kadınlar fabrikalarda çalışırken savaşla birlikte Müslüman kadınlar da fabrikalarda yerini almaya başlar. Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de kadın işçiler esas olarak dokumacılık, gıda, içki ve tütün faaliyet alanlarında çalışırlar. Çalışma yaşı ve koşulları açısından kadın işçiler oldukça kötü durumdadırlar ve kreş ve yuva olanakları yok denecek kadar azdır.17


Cibali Tütün Fabrikası Türkiye

Kapitalizmin son yüzyılı ve sosyalizmin anneliği
Kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaştığı, sınıflar arası çatışmaların belirginleştiği 20. yüzyılın başında Avrupa çalkalanırken, beklenen devrimin sinyalleri Rusya’dan gelir.

Rusya’da işçi kadınların örgütlerinin temellerini atan ilk sosyalistlerden biri olan Aleksandra Kollontay, 1909 yılında yazdığı “Kadın Sorununun Toplumsal Temeli” isimli kitabında, batıda popülerleşen kadın ve erkek doğasına odaklanan yaklaşıma yönelik görüşlerini şöyle açıklar:




Aleksandra Kollontay

“Tarihsel materyalistler, bir cinsiyetin diğerinden üstün olması veya kadınların ve erkeklerin psikolojik yapıları ya da beyin büyüklükleri açısından ne gibi farklılıklar gösterdiği sorularının tartışmasını burjuva akademisyenlerine bırakır. Bunun yerine tarihsel materyalistler, her cinsiyetin sahip olduğu doğal özgünlükleri tamamen kabul eder ve erkek ya da kadın fark etmeksizin her insanın bütünüyle ve özgür biçimde hür iradesini gerçekleştirebileceği fırsatlara sahip olmasını ve tüm doğal eğilimlerin en geniş anlamıyla yaşanmasını ve gelişimini talep eder”.18

Aynı kitabında Kollontay, feministler tarafından döneminde çokça tartışılan “özgür aşk” ve “analık hakkı” üzerine görüşlerini aktarır. Bireysel dünyada kadını ve analık hakkını koruma zorunluluğunun altını çizer ve bu koşullarda resmi evlilik sözleşmesinin göz ardı edilmesinin mümkün olmadığını belirtir. Burjuva sınıfından kadınlar için özgürlük demek olan, işçi sınıfından kadınlar için çocuklarına tek başına, yardım almadan bakma zorunluluğu demektir.

Kollontay, 1915’te yazdığı Toplum ve Annelik kitabının önsözü, yazının şimdiye kadarki bölümünde aktardığımız tarihselliği özetler niteliktedir. Kollontay, annelik sorununu, kapitalist üretimin bir çocuğu olarak tanımlar ve ekler:

“Annelik sorunu, emek sorunu ile birlikte ortaya çıkmıştır, çünkü toplumun yoksun katmanlarının kadınları, çocuğunu göğsünden koparmaya ve emeklerini işgücü piyasasına götürmeye zorlanmıştır”.

Bu tespitinin ardından bir başka çok önemli konuya temas eder ve işçi sınıfının yaşamsal sorunu olan “annelik" sorununun sosyalistler tarafından da yeterince ele alınmadığını belirtir. Annelik sorununun temel mücadele başlıklarından biri olması gerektiğini vurgular.19




1917’de gerçekleşecek olan Ekim Devrimi ile sosyalistler, kadın ve annelik meselesi üzerine tüm dünyanın gözleri önünde büyük bir sınav vereceklerdir. Henüz 1903 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi programına alınmış olan talepler şöyledir:

“Kadınların kadın organizmasına zararlı tüm dallarda çalıştırılmasının yasaklanması; kadınların doğum öncesi dört hafta, doğum sonrası altı hafta, bu dönemde ücretleri eskisi gibi ödenerek işten muaf tutulması; kadınların çalıştığı tüm atölye, fabrika ve diğer işletmelerde meme çocukları ve küçük çocuklar için kreş ve yuvalarının kurulması; emziren kadınların en azından üç saatte bir ve en az yarımşar saat işten muaf tutulması.”20

Devrimden hemen sonra tüm bu haklar yasalarla güvence altına alınır. Ayrıca annelere doğum öncesi ve sonrası olmak üzere 8’er hafta, toplam 16 hafta ücretsiz izin hakkı tanınır.

Benzer dönemlerde Avrupa’da da anneliği korumaya yönelik adımlar atılmıyor değildir. Avrupa’da işçi sınıfının içinde bulunduğu koşulları yazının önceki bölümünde aktardık. Kapitalizm bir yandan sömürüyü arttırırken bir yandan işgücü sürekliliğine, dolayısıyla işçi sınıfının varlığına ihtiyaç duymaktadır. Ve işçi sınıfının ayağa kalkışları kapitalist devletleri kimi önlemler almak zorunda bırakır. Kollontay da bu konuya değinir:

“Çalışan anne için sekiz haftalık doğum izninin zorunlu hale getirilmesi ilk kez 1878'de İsviçre'de olmuştur. Devlet analık sigortası ilk olarak 1883'te emziren anneler için Almanya'da başlamıştır. Bu önlemlerin hiçbiri öncelikle insani kaygılar veya çalışan annelerin çıkarları tarafından belirlenmemiştir. Her ikisine de, ilk kez devlet yetkilileri arasında endişe yaratan aynı fenomen yol açtı: Sanayi bölgelerindeki korkunç ölüm oranı (1870'lerde Almanya'nın sanayi bölgelerinde yüzde 65'e ulaşmıştı) ve artan ordu askerleri sıkıntısı”.21




Zaten ilerleyen dönemlerde kapitalist ülkelerin işçi sınıfına layık gördüğü yaşam biçimi, Kollontay’ın haklılığını gösterecektir.

Ekim Devrimi’nin mimarları ise anne ve çocuğun korunmasını, işçi sınıfının çözülmesi gereken acil sorunlarından birisi olarak gördüler. İlk olarak, kadınların yüzyıllardır üzerine yıkılmış olan çocuk bakımı işinin derhal toplum tarafından üstlenilmesi ve hem kadının hem de çocuğun sağlığının garanti altına alınması hedeflenir.

Sovyet Rusya kadının doğurganlığını toplumsal bir fonksiyon olarak kabul eden ilk ülkedir. 22 Çocuk doğuran kadın sadece kişisel bir arzusunu tatmin etmez, o en az üretime katılmak kadar değerli bir toplumsal işlevde bulunmuş olur. Doğurganlığa kutsallık atfeden ama bir yandan da kadının yerini evi, işini çocuk bakımı olarak tanımlayan burjuva anlayışının karşısında sosyalizm, hem anneliğe gerekli toplumsal değeri verecek hem de kadını annelik hapsinden kurtaracaktır. Devrimle birlikte yeni evlilik yasaları, kadın ve erkeğin konumunu eşitler, velayeti hem anne hem de baba için tanır, evlilikte özgür soyadı hakkı vardır. Sosyalist devlet ve toplum çocukların vasisi ve koruyucusu ilan edilir, kadın ve çocuk her alanda korunmalıdır.23 Tüm bunlar kayıt üstünde kalmaz, komün evleri, kamu aşevleri, merkezi çamaşırhaneler, çocuk yuvaları ile tek teke yaşama geçirilir.

Lenin’in o dönemdeki görüşleri, büyük hayalleri olan sosyalistlerin gerçeklikle bağının gücünü de kanıtlar nitelikte:

“Sosyalist toplumun gerçek kuruluşu, ancak kadının tam hak eşitliğini sağladığımız ve bu köreltici, üretken olmayan küçük işten kurtulan kadınla birlikte yeni işe geçtiğimizde başlayacaktır. Bu bizi yıllar boyunca uğraştıracak bir iştir.

Bu, çabuk sonuç vermeyen ve görkemli etki vadetmeyen bir iştir”.24

Lenin öngörüsünde haklıdır, sosyalizmin toplumsal inşası sürecinde gerek ekonomik güçlüklerin gerekse savaşın etkisiyle ve elbette yeni düzene uyum zorlukları nedeniyle zaman zaman geriye dönüşler yaşanacaktır. Yine de Sovyetler Birliği’nin tüm bu süreçle baş etmede olağanüstü bir çaba sarfettiği, en zorlu zamanlarda bile kapitalist toplumların çok ilerisinde olduğu açıktır. Ve gelinen aşamanın görkemli bir etki yaratmadığını söylemek haksızlık olur.

Sovyetler Birliği’nde uzun emperyalist savaşın ve iç savaşın evsiz barksız bıraktığı sefalet içindeki çocuklar için verilen mücadele de takdir edilesidir. 17. Parti Kongresi’nde Stalin, 1929 yılında okul öncesi eğitim gören çocukların sayısını 838 bin iken, 1933 yılında bunun 5 milyon 917 bine yükseldiğini söyler. Yine tüm ülkedeki kreş sayılarına bakıldığında 1917 yılında sadece 14 olan kreş sayısı 1932’de 65 bin’e yükselmiştir.25



Rusya’da devrimin ardından sosyalizmin inşası sürerken, Türkiye’de Cumhuriyet ilan edilmiş ve kadınlar hem yasal hem de toplumsal alanda pek çok hak ve kazanım elde etmişlerdir. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte aile ve nüfus politikaları Türkiye’de de kendini gösterir. 1930 yılında 6 çocuk ve üstü doğuran kadınlara altın madalya verilmesi, doğum öncesi ve sonrası anne bakımı ve yenidoğan hizmetlerinin devletçe karşılanmasına dair kanun tanımlanır.26 Cumhuriyet tarihi boyunca da kadınlar için annelik, önemli bir yurttaşlık görevi olmayı sürdürecektir.

Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin önemli kadın gazeteci ve yazarı Suat Derviş, 1939 yılında gazetesinin görevlendirmesi sonucunda Sovyetler Birliği’ne düzenlenen bir geziye katılır. Faşizmin yükselişe geçtiği dönemde Almanya’da yaşayan, hem orada hem de kendi ülkesinde yoksulluğa özellikle kadın ve çocukların yaşadıklarına tanık olan Suat Derviş, sosyalist bir ülkede gördükleri karşısında duyduğu hayranlığı gizlemez. Bu gezi sonrası yazdığı Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum adlı eserinde, devrimin ulaştığı noktayı gözler önüne serer. Suat Derviş, Moskova tren garlarında gebe kadınlar ve küçük çocuklu anneler için hazırlanmış olan istasyonları şöyle anlatır:

“Bu istasyon birkaç odadan mürekkepti.27 Bu odalardan birinde dinlenmek için müracaat eden kadınların çocukları doktorlar tarafından muayene ediliyor, banyo yaptırılıyor, temizleniyor ve yan odaya alınıyordu. Yan odalarda karyolaların yanında annelerin istirahat etmesi için şezlonglar vardı. Bir başka odada ise gıda tedarik ediliyordu…Burada, bekleyecek çocukların vakit geçirmeleri için bir de salon vardır. Bu salonda türlü türlü oyuncaklar, bir kütüphane bir de sahne vardır. Grup halinde seyahat eden piyonerler28, buradaki sahneden istifade edip oyunlarını sergiliyorlar ve burada büyük sanatkarları dinlemek fırsatını buluyorlarmış ”.29


Suat Derviş

Rusya’da sosyalist devrim, kadını annelik kıskacından kurtarma ve çocuk bakımını toplumun bir işlevi olarak yeniden tanımlama çabası içindeyken, gelişen kapitalizmin etkisindeki ülkelerde ise “anne”nin bir önceki yüzyıldan devraldığı “çocuğun bakımını ilgi ve şefkatle üstlenme" sorumluluğuna bir yenisi eklenir: “çocuğun tüm istek ve ihtiyaçlarını en iyi şekilde anlayan olmak”. Kollontay’ın da vurguladığı gibi bilimsel alanda kadın ve erkeğin biyolojisi üzerine çalışmalar artar.

Bu yüzyılda insan zihninin işleyişini ortaya koyma niyetiyle yola çıkan psikanaliz, özellikle yaratıcısı Freud’un ardından gelen kuramcıların etkisiyle annelik işlevi ve anne-çocuk ilişkisine yoğunlaşır.30 Psikanalizin anne çocuk ilişkisi üzerine geliştirdiği kuramlar, bir yandan yaşanmakta olanı anlama yolunda önemli bilgiler üretirken bir yandan da kadına yeni sorumluluklar yüklenmesine -niyeti bu olmasa da- katkı sunar. Giderek derinleşen “ideal annelik” tanımları, çocuğunun temel ihtiyaçlarını karşılamakta bile zorlanan işçi sınıfının anneleri için tüm sorunların üzerine bir de kaygı ve suçluluk duygularının eklenmesi anlamına gelir. Bugün, ideal olma zorlantısı içinde kendini yetersiz hisseden, mutsuz annelerin yaygınlığı giderek artmaktadır.

İnsan psikolojisi ile ilgili araştırmaların arttığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, bir önceki yüzyılda burjuva eşitlikçi çizgide ilerleyen feminizm hareketinde de değişiklik olur. 1960’larla birlikte görünür hale gelen bu ikinci dalga feminizm, daha çok kentli orta sınıf kadınların öncülüğünde gelişmektedir. İlgi alanları da siyasetten ve üretimden, yeniden üretim ve cinsel farklılık meselesine kayar.31 Kadın bedeninin özgürlüğü ve kürtaj hakkı mücadeleleri öne çıkar. Bu tarihsel kesit aynı zamanda doğum kontrol yöntemlerinin geliştiği, kadınlarda emzirme oranının düştüğü ve biberonların yaygınlaştığı bir dönemdir. Annelik algısı da bu değişimden payını alır.




Türkiye’de 1960’larla birlikte yükselen solun, kadınlar açısından atılımı ise 1970’lerde olur. Sovyetler Birliği’nin kadınların sırtına yüklenmiş ek işleri kollektifleştirmeye çalıştığı ve ülkenin dört bir yanına kreş açtığı bu yıllarda Türkiye’nin durumu içler acısıdır. 1975’te kurulan ve dönemin en kitlesel sosyalist kadın derneği olan İlerici Kadınlar Derneği’nin 1978’deki II. Olağan Genel Kurulu’nda32 yapılan değerlendirme o günlerin kadın ve annelerinin durumunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor:

“Çalışma yaşamı ile analığın bağdaştırılması yolunda bugüne dek devlet ve kapitalistlerce hiçbir ciddi önlem alınmamıştır. Bugün bütün kapasitesi 6500 çocuk olan 6 devlet kreşi ile Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı 8 anaokulu vardır. Kreşi olan iş yeri sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Durum böyleyken işçi kadınların doğum izinleri toplam 84 gündür. Çocuğunu bırakacak yeri olmayan çoğu çalışan kadın için tek çözüm yolu işten çıkmak olmaktadır.

İş Yasası kapsamı dışında bırakılan ve memur olarak adlandırılan yüzbinlerce sağlık memuru, öğretmen vb. kadının analık hakları daha da geridir. Sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle her yıl istatistiklere göre 1000 kadın doğum sırasında ya da gebelik döneminde hayatını kaybetmekte ya da sakatlanmaktadır. Bu sayı tarlada, köyde doğum yaparken ölen binlerce kadını kapsamaktan çok uzaktır”.




1980 darbesi sonrasında Türkiye’de sosyalist solun etkisizleştirilmesi, dinci gericiliğin yükselişi ve neoliberal politikaların etkisiyle kadınlar, tuttukları mücadele alanlarında etkilerini yitirirler. Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla birlikte ise sadece Rusya’da değil tüm dünyada, kadınların büyük uğraşlarla elde ettikleri kazanımların yitirilmesinin yolu açılır.

Günümüze gelirken
Kadınlık mı Annelik mi?” kitabının yazarı Elisabeth Badinter, 1980 ve 2010 yılları arasında kimse farkına bile varmadan annelik algısında bir devrim gerçekleştiğini söyler. Bu “sessiz” devrim sonucunda annelik, kadının kaderinin merkezine yeniden yerleşmiştir.33 Bir zamanlar ayak altında dolaşması pek istenmeyen, yıllarca süt annelere teslim edilen çocuk, bugün evin tahtının yeni sahibidir. En iyi okullar, her daldan özel dersler, kurslar, oyuncaklar, her şey sadece onların mutluluğu içindir. İşçi sınıfının çocuklarına ise bu krallıktan pay düşmez.

Badinter’ın bu tespiti üzerinden Türkiye’ye bakarsak, kadın ve annelik üzerine benzer bir sürecin işlediğini ve bunun günümüze dek uzadığını söylemek yanlış olmaz. Hele AKP ile geçen yaklaşık 20 yıl boyunca annelik, otoriter ve muhafazakâr bir söylemin içinde eskisinden çok daha farklı bir konuma taşındı. AKP, kadın işsizliğinin katlandığı, kadınların giderek artan oranda şiddete ve tacize maruz kaldığı, katledildiği, giyimlerinden konuşmalarına baskı altında tutulduğu ve kadının sadece “anne” ya da “evinin kadını” olarak kabul gördüğü bir dönemin mimarıdır.

AKP’nin sermaye ile iş birliği içindeki gerici politikasının Türkiye’de kadının toplumsal konumlandırılışındaki etkisi çok önemli olmakla birlikte, gelinen aşamanın herhangi bir siyasi iktidarın tek başına belirleyemeyeceği bir tarihselliği olduğunu bu yazıyla da tekrar etmiş olduk.




Bugün ise tüm dünyada kapitalizmin yönetememe hallerinin belki de ilk kez bu kadar görünür olduğu bir döneme tanıklık ediyoruz. Koronavirüs salgınının yarattığı kriz boyunca AKP Türkiyesi’nde de beklendiği üzere ilk gözden çıkarılanlar emekçiler oldu. İşçiler salgının ilk günlerinden beri duraksız çalıştırıldılar ve hastalığın kucağına atıldılar. Kapitalist üretime katkısı kısıtlı olan yaşlılar eve kapatıldı ve çocuklar kelimenin tam anlamıyla yok sayıldı. Karantina döneminin bir diğer kurbanı emekçi kadınlar ise artan işsizlik, şiddet ve omuzlarına bindirilmiş ek yükler ile baş etmek zorunda bırakıldılar.34

Yoğun çalışma koşullarına daha fazla dayanamadığı, çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamadığı ya da çocuğunu bırakacak yer bulamadığı için depresyona giren ve hatta intihar eden emekçilerin sayısı giderek artıyor. Emekçilerin çocukları, korona virüsü kaynaklı pandemi günlerinde anne babaları çalışmak zorunda olduğu için aylarca tek başlarına evlerinde kaldılar ya da bir komşuya emanet edildiler.

Özellikle bizim ülkemizde çocuğun bakımında ebeveynlerin en büyük destekçisi olan aile büyükleri ile iletişim de salgın nedeniyle kısıtlandı. Bir sağlık emekçisi, çalıştığı saatlerde çocuklarını bıraktığı komşu evinde çıkan yangında iki çocuğunu birden kaybetti. Bu annelerin de çocukların da can güvenliğinden sorumlu olması gereken yetkililer, baş sağlığı dilemekle yetindi ve konu kapandı.

Pandemiden önce de durum çok farklı değildi. Özel kreş ücretini karşılayabilecek durumda olan emekçilerin -ki ortalaması bir asgari ücrete yakın- bu bakımı sürekli kılabilmek için nasıl bir sömürüye boyun eğmek zorunda kaldığını biliyoruz. Çocukların doğdukları günden itibaren bakımı, sağlığı, eğitimi tamamen ebeveynlerin ve sıklıkla da annelerin üstüne yıkılmış durumda. Bugünden bakınca yüz yıl öncesinde atılan adımların ne kadar ileride olduğu çok daha iyi anlaşılıyor.




Onca Baskıya Rağmen Küba Ne Yapıyor?
Bugün dünyanın örnek gösterilen gelişkin kapitalist ülkeleri dahil olmak üzere hiçbiri özellikle kadınların konumu açısından geçmişte Sovyetler Birliği’ndeki ve bugünün Sosyalist Küba’sındaki seviyeye ulaşamadı. Devrimden önce kadınların hem eğitim hem de işgücüne katılım anlamında çok çok gerilerde olduğu Küba, bu açıdan çok değerli bir örnek oluşturuyor. Küba devriminin ilk işlerinden birisi Küba Kadın Federasyonu öncülüğünde topyekûn bir eğitim seferberliği, kadınların işgücüne katılımının arttırılması ve ev işleri-çocuk bakımı işlerinin kadının üzerinden alınması çalışmaları olur. Küba’da 1974 yılında çıkartılan Annelik Yasası’yla, kadınların ücretli doğum izni ve doğum sonrası işe geri dönüşleri güvence altına alınır. Kadın ve erkeğin çocuk bakımı ve işleri dahil olmak üzere evlilik kurumunun her alanında eşit hak ve sorumluluklara sahip olduğu, 1975 yılında onaylanan Aile Kanunu’yla yasalaşır ve hepsi yaşama geçirilir.35

Pandemi sürecini yönetme becerisi ile tüm dünyanın ayakta alkışladığı Küba’da, çocukların eğitiminin aksamaması da temel önceliklerdendi.36 Zaten Küba’da 6 yaşın altındaki çocukların %99,5’i erken çocukluk eğitim programına dahildir. Erken çocukluk dönemi programları ile çocuğun sağlığının düzenli olarak kontrol edilmesi ve çocuğun ebeveynleri ile eğitim ve sağlık personelinin düzenli bir bağlantı halinde olması sağlanır.37

Kadınların siyasetten bilim alanına, hukuktan sağlık hizmetlerine pek çok alanda erkeklerle eşit sorumluluklar aldığı, anne ve bebek sağlığının temel göstergelerinde dünyanın en gelişkin ülkesi olan Küba’da, eski kültürel yapının ve ambargonun yarattığı ekonomik güçlüklerin etkisiyle hâlâ ev işleri ve çocuk bakımında kadınlar daha fazla rol oynuyor. Devrim ile gelen kazanımlarına sahip çıkan Kübalı kadınlar, kimi değişimlerin zaman alacağının farkında olarak yolarına devam ettiklerini ve toplumsal alanda tam eşitliği sağlayana dek mücadeleden vazgeçmediklerini her fırsatta vurguluyorlar.

Emperyalist baskı altında ayakta kalmaya çalışan Küba ve devrimi gerçekleştirdiği dönemde emperyalist dünyaya karşı büyük bir savaş vermek zorunda olan Sovyetler Birliği, belli dönemlerde kat ettiği yolda duraksamalar yaşadı hatta geri adımlar atmak zorunda kaldı. Sovyetler Birliği bir yandan savaş ve ekonomik güçlüklerle baş etmek bir yandan da sosyalizmin geleceğini garanti altına almak sorumluluğu ile hareket etmek zorundaydı. Ancak sosyalizmin varlığını sürdürebilmesinin bir koşulu olarak, kadını anneliğe özendirdiği dönemler de dahil olmak üzere hiçbir zaman, kadın toplumsal üretimden çekilmedi. Aileyi sağlamlaştırma girişimleri, ev işleri ve çocuk bakımını toplumsallaştırma çalışmaları ile birlikte yürütüldü. Burada sosyalizmi kapitalizmden ayıran temel farklılık, alınan kimi önlemler ya da hayata geçirilen uygulamaların tartışmasız bir biçimde emekçi sınıfın çıkarlarına hizmet etmiş olmasıdır.

  Alıntı ile Cevapla
Eski 04.03.2021, 01:36   #2
Çevrimdışı
OkyanusunKalbi
WoodStock

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Geçmişten Günümüze Kadının Annelik Sınavı


Bilim ne diyor?
Günümüz kapitalist dünyasında “kutsallık” kılıfı içinde kadına dayatılan annelik, her geçen gün kadınları daha büyük bir çaresizlik içinde bırakan ve yalnızlaştıran bir olgu haline geldi. Kapitalist devletler özellikle televizyon, dergi, gazete gibi toplumsal alanda büyük etkisi olan medya araçlarını kullanarak bunu besliyor. Evinin her işine koşan, çocuğunun derdinden anlayan, her daim fedakâr, hiç yorulmayan ve hep gülümseyen bir “süper anne” rolü kadına dayatılıyor. Evlerini döşeyecekleri mobilyalar, sağlıklı olmanın koşulu olarak organik besinler, çocuklarının en iyi şekilde eğitimini sağlayan kurslar özellikle orta sınıf kadınların temel uğraşı haline gelmiş durumda. Emekçi sınıfından kadınlar ise bu standartların yanına bile yaklaşamayarak, evlerinin bakımını ve annelik işlerini yokluk içinde ve sıklıkla tek başlarına omuzlamaya devam ediyorlar.

Bilim ise hâkim ideolojinin etkisinde son yıllarını anneliğin nörobiyolojisi çalışmalarına adadı. Annelik davranışı için önemli olan oksitosin ve prolaktin hormonlarının beyindeki yolakları, östrojen reseptör gen çalışmaları, gebelik dönemi ve doğumdan sonra annelik davranışının başlaması, bebek yüzü, sesi ve ağlamasına annelerin verdiği tepkiler üzerine görüntüleme çalışmaları günümüzde yoğunluk kazandı.38

Son yıllarda ise babaların da tıpkı anneler gibi, geçmişte sadece annelik ile ilişkilendirilen hormonlara sahip olduğu, bakımverenin baba olduğu durumlarda anneye benzer hormonal etkileşimlerin yaşanabildiği, hatta bazı babaların hamilelik belirtileri bile sergileyebilecekleri ileri sürülüyor.39 Çok daha geniş kapsamlı ve tekrarlayan çalışmaların varlığına ihtiyaç olduğu açık olmakla birlikte annelik davranışlarının kadına özgü olmadığını gösteren araştırmaların sayısındaki artış kayda değerdir.

Öte yandan günümüzde psikolojide geçmişteki “anne” kavramı yerine “bakım veren” kavramı tercih edilmekte ve anneliğin kadına özgü bir içgüdü değil bir “işlev” olduğunun altı çizilmektedir. Hem nörobiyoloji hem de psikoloji alanındaki bu yeni adımlar annenin yükünü hafifletmiş olmakla birlikte, bilimsel alanda çocuk bakımının “en gelişkin haliyle” de ebeveynler üzerinden tartışıldığı görülüyor.

Bilimsel gelişmeler bize insan beyninin nöroplastisite, yani yapısal ve fizyolojik değişikliklere uğrama, sinir hücresi düzeyinde değişme yeteneği olduğunu gösteriyor. Çocukla birlikte geçirilen zamanın, insan beyninde “bakım veren işlevi”ni harekete geçirdiği, geliştirdiği geçmiş araştırmalarda gösterildi. Çocuk bakımının tek başına anneye ya da ebeveyne terk edilmiş olmasının içgüdü ya da doğallıktan öte açıklamaları olduğunu da tarih bize defalarca kez ispatladı.

Bugün çocuğun temel bakım sürecinin, fiziksel ve ruhsal gereksinimlerini karşılayacak biçimde kolektifleştirilemeyeceğini gösteren herhangi bir bilimsel kanıt söz konusu değil. Gerek Sovyet deneyimi gerekse Küba, paylaşımın ve dayanışmanın yeni insanın yaşam biçimini dönüştürebileceğinin kanıtlarını zaten sunuyor.

Bir temel bakım veren olarak annenin varlığı, annenin bebekle teması, yakınlığı, bebeği emzirmesi elbette sağlıklı bir ruhsal gelişim için değerlidir. Ancak burada temel belirleyenin “anne” olduğu algısı, yazı boyunca aktarmaya çalıştığımız gibi bir dayatmanın sonucudur.

Bitirirken: Kadınlar “anneliğe” sığmaz!
Bu yazıda tarihsel gelişmelerin ışığında, geçmişten günümüze farklı ülkelerdeki annelik tutumları örneklenmeye çalışıldı. Görüyoruz ki antik çağların ana tanrıçalı günlerindeki kadınlar da, ortaçağın aşağılanan kadınları da, çocuk büyütmeyi kendi sınıfına yakıştırmayıp bir süt anneye teslim eden aristokrat kadınlar da, aristokratların çocuklarını emzirmek için kendi çocuklarını başkalarına bırakan köylü kadınlar da, yaşamak için çocuklarını ölüme terk etmek zorunda kalan işçi sınıfından kadınlar da, çocuk doğurduktan sonra aslında anneliğe uygun olmadığını farkeden kadınlar da, bugünün süper anneleri de “anne”. Ve anlıyoruz ki annelik, kadınlar için evrensellik atfedilebilecek bir olgu ya da bir içgüdü olmanın çok uzağında.

Kapitalizmin değişen aşamalarında kapitalizmin ihtiyaçlarına göre devletin, dinin, yasaların, ahlaki değerlerin, eğitimin, bilimin katkılarıyla toplumun annelik algısı da değişkenlik göstermiştir. Kadının doğurganlığının korunması ve çocuk bakımının kadına yüklenmesi, kadının temel rolünün annelik olduğu şeklinde geleneksel bir kabulün gelişimi ile mümkün olmuştur.40 Kadın evin dışına çıktığında, toplumsal üretimin bir parçası haline geldiğinde dahi annelik asli görevi olduğu sürece çok daha ucuza, güvencesiz, esnek çalışmaya ikna edilebilir.

Kapitalizmin kriz koşullarında yeni bir çalışma mekânı haline gelen ev, tüm bu güvencesiz koşullar için oldukça uygun hale gelir. Pandemi süresince de pek çok kadın çalışanın, bir yandan ev işlerini ve çocukların bakımını üstlenirken öte yandan her an değişebilir evden çalışma koşullarına razı edildiğine tanık olduk.

Bu tarihsellik içinde ve sınıfsal bağlamıyla değerlendirildiğinde, mevcut durumdan en zararlı çıkanların yine emekçiler olduğunu görüyoruz. Geçmişte aristokrasinin ya da burjuvazinin kadınları, annelik işini bir diğer kadına devrettikleri dönemlerde kendileri için başka uğraşlar bulurken, çocukları da konforlu evlerinde ya da nispeten iyi koşullarda genç ve sağlıklı köylü kadınlar tarafından büyütüldüler. Köylü kadınlar bu yolda kendi çocuklarından oldular, çocukları da annelerinden…İşçi sınıfının kadınları ise insanlık dışı çalışma koşullarında hem yaptıkları işe hem de anneliklerine yabancılaştılar. İşçi sınıfının çocukları ise sıklıkla yaşamlarının ilk yıllarında açlıktan, soğuktan ya da bakımsızlıktan öldüler. Yaşama şansına sahip olanlara ise anne ya da babalarınınkine benzer bir kaderi paylaşmak düştü. Bugün ise burjuvazi çocuklarını özel bakıcılar, en iyi kreşler ve özel okullarda büyüme şansına sahipken, işçi sınıfının çocukları için değişen pek bir şey yok.

Bu verilerin ışığında, yüzyıllardır zihinlere işlemiş olan annelik algısı ile mücadele etmenin, bugünün sosyalistlerinin öncelikli işlerinden olması gerektiğini söyleyebiliriz. Tıpkı yüz yıl önce Kollontay’ın vurguladığı gibi, çocukların temel bakımından sağlığına, eğitimine tüm alanlarda yalnız bırakılmış ve hatta bu nedenle büyük kayıplar yaşamakta olan işçi sınıfı için çocuk bakımı hâlâ çözülmesi gereken acil bir meseledir. Modern kapitalizmin ve bilimin desteklediği biçimiyle babayı işin içine katmak elbette annenin yükünü hafifletecektir ancak aile yapısı içindeki rollerin değişimi sorunları kökten çözmez. Yoğun sömürü altında çalışmak zorunda olan ve çocuğunu özel bir kreşe veremeyecek ya da bakıcı tutamayacak durumda olan emekçi sınıfının ailesinde bu eşitliğin sağlanmış olması, anne ve babayı özgürleştirmeye ya da çocukların geleceğini garanti altına alamaya yetmez.

Tüm bu haksızlıkların karşısında yer alarak düzen değişikliği için mücadele eden sosyalistler açısından da annelik, bilinç düzeyindeki farkındalığın yaşam pratiğinde pek çok çelişkiyi içinde barındırmasına engel olamadığı bir mesele olmayı sürdürüyor. Kapitalizmin büyük bir ikiyüzlülük içinde ve kâr hırsıyla reklamını yaptığı anneler günüyle münasebetimizden tutun da kendi annelerimizi ya da anneliğimizi algılama ve yaşantılama biçimimize kadar pek çok başlıkta zorlandığımız ortada. Feodalizmin kalıntılarını hala içinde taşıyan toplumsal yapımız düşünüldüğünde ve geçmiş sosyalist deneyimler göz önünde bulundurulduğunda, geleceğin Sosyalist Türkiye’sinde karşılaşabileceğimiz güçlükleri tahmin etmek güç değil. Yine de hem Sovyetler Birliği hem de Küba, tüm bu zorlukların üstesinden gelinebileceğine dair fazlasıyla kanıt sunuyor. Onların deneyimlerinden çıkaracak çok ders var.

Henüz, annenin varlığı ve isteği durumunda temel bakımveren olması gereken ideal süre, emzirmenin bebeğin fiziksel ruhsal gelişimindeki rolü, annelik işlevinin hangi aşamada ilk biçiminden farklı bir hale bürüneceği, çocuk bakımının kolektifleştirilmesinin ideal yöntem ve araçları gibi soruların objektif yanıtları elimizde yok. Burjuva ideolojisinin gölgesinden kurtulmuş bilimsel çalışmalara ihtiyacımız olduğu açık olmakla birlikte gelecek neslin yetiştirilmesinin tek tek bireylere bırakılamayacak kadar önemli bir toplumsal iş olduğu gerçeği de karşımızda duruyor. Ebeveynlerin yalnız bırakılmadığı, çocuğun doğduğu andan itibaren toplumun bütünü tarafından sahiplenildiği sosyalist bir düzende, sağlıklı ve mutlu bireylerin var olacağını öngörmek için çok nedenimiz var. Ve böylesi güzel bir hayali gerçekleştirmek için mücadele etmeye değer.

Kaynak
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu Sayfayı Paylaşabilirsiniz

Etiketler
annelik, geçmişten, günümüze, kadının, sınavı
, sınavı&#8232


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı

Hızlı Erişim


WEZ Format +3. Şuan Saat: 08:32.


Powered by vBulletin® Version 3.8.8
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Önemli Uyarı
www.forumgercek.com binlerce kişinin paylaşım ve yorum yaptığı bir forum sitesidir. Kullanıcıların paylaşımları ve yorumları onaydan geçmeden hemen yayınlanmaktadır. Paylaşım ve yorumlardan doğabilecek bütün sorumluluk kullanıcıya aittir. Forumumuzda T.C. yasalarına aykırı ve telif hakkı içeren bir paylaşımın yapıldığına rastladıysanız, lütfen bizi bu konuda bilgilendiriniz. Bildiriniz incelenerek, 48 saat içerisinde gereken yapılacaktır. Bildirinizi BURADAN yapabilirsiniz.